10 Aralık 2013 Salı

Cinsiyetler kör dövüşü 2


Sık düşülen iki hata var.

Aslında sayı daha fazladır ancak aklım şu an bu kadarına yetiyor.

Öncelikle etrafınızda biten, başlayamayan, zoraki sürdürülen veya insanların başka yaratıcı şekillerde birbirine eziyet ettikleri bir sürü ilişki görüyorsunuzdur. En azından benim beyaz yaka ormanı hayatımda durum böyle.

Tabi hepimiz bu konularda konuşmaya bayıldığımızdan (bu yazı ne hakkında acaba?) parlak tespitler asla kesilmiyor. Kötü biten veya kötü devam eden her ilişkide karşı cinsi genellemek en doğal hakkımız. Onların nasıl dengesiz, mendebur, bencil ve mal olduğunu söylemek keyif verici madde gibi.

Cinsiyetlere has özellikler var, yadsımıyorum. Ancak, her zaman olduğu gibi, konu bu kadar basit değil.

Eziyet çekmenizin esas nedeni etrafta bir sürü dengesiz, mendebur, bencil ve mal "insan" olması. Hatta bu özelliklerin bazılarını (veya daha kötülerini) belki siz de (kendini mağdur gören olarak) taşıyorsunuz. Bu sıfatlar çoğu zaman vajina veya penis sahibi olmaya bağlı değil; yetiştiriliş tarzınız, değerleriniz ve daha önceki tecrübeleriniz çok daha önemli.

Diğer ilişkilerinizde ne kadar korkunç insanlarla karşılaştınız mesela? İşkence görmeniz sizi cellatlaştırdı mı yoksa merhametiniz mi arttı? Ben kaç cümledir hiç kadın veya erkek kelimesi kullanmadım?

İkinci olarak, şu durumu fark etmediyseniz feci ayvayı yemişsinizdir:

"En uzak mesafe ne Afrika'dir,
Ne Çin,
Ne Hindistan,
Ne seyyareler
Ne de yıldızlar geceleri ışıldayan.
En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir
birbirini anlamayan."

(Burada güzel kopya çektim.)

Sonuçta size ikizler burcu erkeklerinden/kadınlarından uzak durmanız gerektiği gibi güzel bir çıkış noktası sunmayacağım. Maval okumayın, siz de kalp atışınız kadar eminsiniz ki konunun böyle net ve aptal bir çözümü yok.

Yaşadıklarımızı ceplerimize doldurup (arada çıkarıp bakarak) tekrar denemekten başka şansımız da yok. Evrenin onu algılayabilen bir parçasıyız. Zihinlerimiz sonsuz. Arada sırada burnumuz kanadığında ağlamayalım. Devam etmek iyileştirir bana sorarsanız.

10 Şubat 2013 Pazar

Gizli Ahmet Hakan beğenicilik

Başlamadan belirteyim. Ahmet Hakan birkaç yıldır takip ettiğim bir yazar. Kanal 7 veya hızlı muhafazakar zamanlarını sonradan öğrenip okudum. Oturup konuşmuşluğum bulunmaz, öyle gizli derin bağlantıları ve bunlara bağlı amaçları varsa bilemem. Özetle medyada yansıtılan halini bilirim. Bu yazıda konu alınan Ahmet Hakan da budur.

Yine peşin peşin söyleyeyim, Ahmet Hakan'ı severek okurum. Cephelere ayırma meraklısı çoğunluğa bakar isek "onlar"dandır. İmam hatiplidir. Sakallıdır. İslami bilgisi görünürdür. Cemaatlerde ve muhafazakar çevrelerde bilinir, yer yer sevilir. Oralarda sevdiği abileri kardeşleri mevcuttur.

Bu yüzden "bizim" çevrelerde hakkında pozitif kelamlar edildiğinde ekşi bakışlara maruz kalınabilir. Hatta bir arkadaşımdan "ya o adamın tek olayı herkese laf sokuşturmak değil mi?" gibi bir tepki bile aldım yakın zamanda. Normalde analitik ve eleştirel düşüncesi fena olmayan kişileri bile, taraf tutup bayraktarlık yapmayan yazarları garipsemeye iten toplumsal reflekslerimizden olsa gerek, herkese laf etmek pek rağbet görmez bizde.

Ha-Joon Chang'ın (ismi yanıltmasın, kendisi ninja değil Cambridge'de bir ekonomi profesörü) ve ondan yüz küsür yıl önce Schopenhauer'in altını çize çize bahsettiği üzere dünyadaki sosyo-ekonomik/politik ilişkiler insanların sıfırdan analiz ederek anlayabileceklerinden daha karmaşıktır. Bu nedenle belli düşünce disiplinlerini veya siyasi parti doktrinlerini kullanmak faydalı olduğu kadar kaçınılmazdır da. Fakat bunlar doğruya ulaşmak için yalnızca araçtırlar, araç muamelesi görmeleri gerekir. Futbol takımı tutar gibi siyasi parti desteklemek, liderinin her söylediğini vardır bir hikmeti diye kabullenmek ve bunları eleştirel düşünceden müstesna tutmak, dolanmadan ifade edersek, ahmaklıktır.

Tam da bu yüzden iyidir Ahmet Hakan. Bayraktar değildir. Tutarsız da değildir. Tutarlılığı uyguladığı kriteri farklı cenahtan/cepheden kişilere, adam kayırmamaya çalışarak uygulamasındadır. 28 Şubat'ı da, hali hazırdaki malum yargılama süreçlerini de aynı ölçüte tabi tutar. Efes One Love'ın festival alanı dışarısında toplanan kof, eyyam delikanlısı, taşlı sopalı güruha çatır çatır “Daha evvel ve gerçek haksızlıklara karşı neredeydiniz? Adam değilsiniz.” diyebilir mesela. Bizim mahallenin haşarı çocuklarıdır, hoş görelim tavrından kaçınmak özellikle muhafazakarlar için kaybolmakta olan bir meziyet. Atlamamak gerekir.

Ayrıca kendini gereğinden fazla ciddiye almaz. Geçici olmanın, bugün ağa-paşa olanın yarın alaşağı olabileceğinin farkında olduğundan mıdır veya inancından kaynaklanan bir tefekkür halinden midir bilemem. Dalgasını geçer ve dalga geçilmekten gocunmaz. Bir kısım İslamcı kitlenin anlamadığı bilimsel gelişmeler konusunda ağızlarına sakız ettikleri ve sonunda sosyal medyanın her yerinde dalga konusu olmalarına neden olan "ateistler bunu da açıklasın" kelamını hakkını vererek kullanır mesela.

Tüm bu özellikler, eleştirel düşünceye muhafazakar gruplardan daha fazla prim verme geleneği olan bilim-felsefe meraklısı liberal kesimin gözünden kaçmaz. İzlerler Ahmet Hakan'ı. Beğenenleri de olur. Ancak ne kendilerine ne etraflarına beğenilerini bildiremezler. Cepheleri ayıplayıverir maazallah. Takip etmeleri bile gizlidir. Bununla beraber hükümeti veya muhalefeti eleştirmesine göre zaman zaman bu gruplardan da geçici sevenleri olur. Ancak birçok insan, zamanında kendi kazlarına da kışt demiş adamın yazılarını beğendiklerini hevesle kabul edemez, arada kalır. Kafa karıştırır Ahmet Hakan, bu yüzden de iyidir.

Tabi, insandan mutlak erdemler beklenemez. Ahmet Hakan da insandır, beşerdir, şaşardır. Misal Nişanyan ile karısı arasında yaşanan kavanozla bok atma hikayesini uzun uzun anlatıp, onun yazdıklarına eskisi gibi bakamadığını söyledikten sonra, Metin Kaçan gibi tecavüz ve işkence konusunda hüküm giymiş, kendini aklama çabaları da pek inandırıcı olmayan bir adam hakkında romanlarını ve ölümünü bahane ederek pek net konuşamaması "manidar"dır.

Nihai olarak takip edilmesi gerekir bana sorarsanız. Esnaf pazarlaması ağzı ile bitireyim: Beğenerek okuyoruz Ahmet bey, devam ediniz.

 

13 Ocak 2013 Pazar

Muz sesleri


“Çünkü Deniz Hanımcığım, biz Ortadoğululara kendimizinkinden başka hikayeleri anlatmamız için izin vermiyorlar. Bir Batılı gidip Allah’ın s.ktir ettiği bir memleketi anlatabilir, bir Amerikalı gidip Beyrut’u yazabilir ama bir Afganistanlının, İranlının, ne bileyim işte bizim gibi bahtı bulanık insanların kendilerinkinden başka hikaye anlatmasına izin vermiyorlar.”
Temelkuran birçok bizim buralı yazarın şikayetini yine yazar karakteri Ziad’ın ağzından aktarmayı uygun bulmuş. Fikir tanıdık, ifadesi ise iyi ve yalın. Sadece kendimizden bahsetmeye iznimiz olması Batı’nın Ortadoğu kültürlerini otantik bir hediyelik eşya veya eğitilmesi/kaçınılması gereken egzotik bir vahşi hayvan gibi algılamasının bir sonucu sanırım. Batı gücünün endüstriyel çocuğu kültürel dayatma, büyük resimden bahsederken Batı’dan başka referans noktası bırakmıyor. Misal yaşadığımız yerin genel kabul görmüş ismi Ortadoğu. Batı medeniyetine o kadar da uzak olmayan “orta” doğudayız. Çinliler Koreliler vs. de “uzak” doğuda örneğin. Konuştuğumuz dilde bile kendi kendimizi merkez alamamak asap bozucu.
Bizim dışındakilerin isimlendirdiği güzel coğrafyamızda, bizim dışarıdakileri tanımlamaya ne kadar istekli olduğumuz da tartışılır zaten. Keza bir birini öldürmek veya hor görmek baya zaman alan aktiviteler. Duygusal ve sıcakkanlı hallerimiz şiddete meyilli. Fikirlerden kişisel düşmanlıklar peydahlamak, alınganlık ve pusu doğal süreçler. Hor görmelerimiz de silahlı çatışmadan daha az tutkulu değildir, yanılmayalım. Misal yemesi içmesi, aile yapısı, el şakaları ve kan davaları aynı olan Akdenizli Araplar ve Türkler birbirlerini yeterince batılılaşamama (Türkler) veya fazla batılılaşma (Araplar) ile suçlayıverirler. Kavgalı kardeşler gibi. Bildiğiniz üzere Habil ile Kabil Ortadoğulu’dur. Kuzey Avrupa gibi ülkeler ancak bizim uzaktan arkadaşlarımız olabilir. Akılcı, iyi eğitimli, zengin, sıkıcı ve özenilen arkadaşlar.
Kitabın çağrıştırdıklarından kitabın kendisine geçelim. Temelkuran oldukça naif bir istekten yola çıkıyor; vahşeti ve sevgisi gürültülü Ortadoğu’da kalaşnikof veya bağırtılarla engellenmeden muzların büyüme seslerini dinleyebilmek. Beyrut’u ve Beyrut ile yolu kesişecekleri anlatıyor tatlı tatlı ve bölük pörçük. Sanırım seçtiği şehir böyle bir yer olduğundan anlatım böyle gelişmiş. İşin insani tarafına da siyasi tarafına da dokunması samimi ve hikayesi tekrar tekrar okunacak diyaloglarla sarılı. Bununla beraber kitabın genelinde bir kopukluk var. Pek bir katkısı olduğunu düşünmediğim, aman eksik kalmasın diye eklenmiş gibi duran karakterler mevcut. Açıkçası başlarken duyduğum heyecanı sonlara doğru hissedemedim. Ayrı ayrı çok güzel olan bölümler arasındaki bağlantı sıkıntısı ve gereksiz karakter kalabalığı (misal Setanik) hevesimi kaçırmış olabilir.
Allah başka dert vermesin, çok iyi olabilecek bir kitabın sadece iyi olması beni hep hüzünlendirmiştir.  Ece Temelkuran’ı gazeteci ve köşe yazarı olarak beğenirim. Bununla beraber roman başka mesele. İyi bir Rock müzisyeninden çok iyi bir caz parçası çıkıp çıkmayacağı muallaktır, o misal. Her durumda Muz Sesleri Beyrut’a gitmeme neden olacak sanırım. Belki bu bile tek başına yeterlidir.