“Çünkü Deniz Hanımcığım, biz Ortadoğululara kendimizinkinden
başka hikayeleri anlatmamız için izin vermiyorlar. Bir Batılı gidip Allah’ın s.ktir
ettiği bir memleketi anlatabilir, bir Amerikalı gidip Beyrut’u yazabilir ama
bir Afganistanlının, İranlının, ne bileyim işte bizim gibi bahtı bulanık
insanların kendilerinkinden başka hikaye anlatmasına izin vermiyorlar.”
Temelkuran birçok bizim buralı yazarın şikayetini yine yazar
karakteri Ziad’ın ağzından aktarmayı uygun bulmuş. Fikir tanıdık, ifadesi ise iyi
ve yalın. Sadece kendimizden bahsetmeye iznimiz olması Batı’nın Ortadoğu
kültürlerini otantik bir hediyelik eşya veya eğitilmesi/kaçınılması gereken
egzotik bir vahşi hayvan gibi algılamasının bir sonucu sanırım. Batı gücünün
endüstriyel çocuğu kültürel dayatma, büyük resimden bahsederken Batı’dan başka
referans noktası bırakmıyor. Misal yaşadığımız yerin genel kabul görmüş ismi
Ortadoğu. Batı medeniyetine o kadar da uzak olmayan “orta” doğudayız. Çinliler
Koreliler vs. de “uzak” doğuda örneğin. Konuştuğumuz dilde bile kendi kendimizi
merkez alamamak asap bozucu.
Bizim dışındakilerin isimlendirdiği güzel coğrafyamızda,
bizim dışarıdakileri tanımlamaya ne kadar istekli olduğumuz da tartışılır
zaten. Keza bir birini öldürmek veya hor görmek baya zaman alan aktiviteler. Duygusal
ve sıcakkanlı hallerimiz şiddete meyilli. Fikirlerden kişisel düşmanlıklar
peydahlamak, alınganlık ve pusu doğal süreçler. Hor görmelerimiz de silahlı
çatışmadan daha az tutkulu değildir, yanılmayalım. Misal yemesi içmesi, aile
yapısı, el şakaları ve kan davaları aynı olan Akdenizli Araplar ve Türkler birbirlerini
yeterince batılılaşamama (Türkler) veya fazla batılılaşma (Araplar) ile suçlayıverirler.
Kavgalı kardeşler gibi. Bildiğiniz üzere Habil ile Kabil Ortadoğulu’dur. Kuzey
Avrupa gibi ülkeler ancak bizim uzaktan arkadaşlarımız olabilir. Akılcı, iyi
eğitimli, zengin, sıkıcı ve özenilen arkadaşlar.
Kitabın çağrıştırdıklarından kitabın kendisine geçelim.
Temelkuran oldukça naif bir istekten yola çıkıyor; vahşeti ve sevgisi gürültülü
Ortadoğu’da kalaşnikof veya bağırtılarla engellenmeden muzların büyüme
seslerini dinleyebilmek. Beyrut’u ve Beyrut ile yolu kesişecekleri anlatıyor
tatlı tatlı ve bölük pörçük. Sanırım seçtiği şehir böyle bir yer olduğundan anlatım
böyle gelişmiş. İşin insani tarafına da siyasi tarafına da dokunması samimi ve
hikayesi tekrar tekrar okunacak diyaloglarla sarılı. Bununla beraber kitabın
genelinde bir kopukluk var. Pek bir katkısı olduğunu düşünmediğim, aman eksik
kalmasın diye eklenmiş gibi duran karakterler mevcut. Açıkçası başlarken duyduğum
heyecanı sonlara doğru hissedemedim. Ayrı ayrı çok güzel olan bölümler
arasındaki bağlantı sıkıntısı ve gereksiz karakter kalabalığı (misal Setanik)
hevesimi kaçırmış olabilir.
Allah başka dert vermesin, çok iyi olabilecek bir kitabın
sadece iyi olması beni hep hüzünlendirmiştir.
Ece Temelkuran’ı gazeteci ve köşe yazarı olarak beğenirim. Bununla
beraber roman başka mesele. İyi bir Rock müzisyeninden çok iyi bir caz parçası
çıkıp çıkmayacağı muallaktır, o misal. Her durumda Muz Sesleri Beyrut’a gitmeme
neden olacak sanırım. Belki bu bile tek başına yeterlidir.