18 Eylül 2012 Salı

Cinsiyetler kör dövüşü


Öncelikle bir konuda net olalım. Sosyal çevremiz, mahallemiz, ailemiz, toplumumuzun ahlaki değerleri, hükümet yetkilileri ve bizden yaşça büyük babacan iş arkadaşlarımızın hepsi sevişmemizi istiyor. Evlenip çocuk yapmamızı yani. Kadın veya erkek olmamız farketmez. Onların istediği gibi, tek eşli, resmi kayıt altında ve korunmasız sevişelim ki topluma uygun çekirdek aileler oluşsun. Buna evlilik baskısı da diyenler mevcut. Kabul etmek gerekir ki bu zorlama evrimsel olarak veya toplumun devamı için yararlı, cinselliğin genel olarak yasaklı olduğu ülkemizde insanların seks yapabilmesi için gerekli ve Melih Gökçek'in içleri ısıtıan gülümsemesi kadar gerçek.

Mevzubahis zorbalığa cinsiyet ayrımı olmaksızın maruz kalıyoruz. Misal geçenlerde bir mekanda otururken elli küsür yaşlarında bir adamın otuz yaşlarındaki oğluna "Senin artık evlenmen gerekiyor, tek çocuksun, benim soyumun devam etmesi gerekli" gibi kelamları yüksek sesle ilettiğini gördüm. Hayır, Cengiz Han'ın çadırında değildim. Söz konusu diyaloğun kahramanları şehir merkezinde işlek bir cafede kahve içen modern görünümlü bir baba oğuldu. Tabi tek anekdot kimseyi yanıltmasın, evlilik ittirmesinin esas mağduru kadınlar. Zaten benim hakkında iddialarda bulunacağım konu da Türkiye'deki kadın-erkek ilişkileri. Böyle iki paragraf evlilik girişi yapmamın nedeni de evlilik baskısının bu ilişkinin güç dengesinde etkin bir faktör olması.

Böyle pazar yazısı yazan Ertuğrul Özkök gibi bir konu seçmemin nedeni Ayşe Arman'ın birkaç haftadır kızlar mı haklı erkekler mi temalı ilkokul çağlarımızdaki kız erkek kavgalarını hatırlatan röportajlarını okumam. Yanlış anlaşılmasın, Ayşe Arman ile bir alıp veremediğim yok. Çalışkan, nabza nereden şerbet vereceğini bilen, toplumun ilgisini çeken işler yapan bir kadın. Yazılarından Schopenhauer derinliği beklemek ahmaklık ancak elmalarla armutları karıştırmadıkça sorun yok. Zaten Schopenhauer'in bazı asosyal ve korkak hallerini de sevmem. Neyse, sonuçta bizim oğlanlar (40'a dayanmış amcalar aslında); Türk kızları 30'undan sonra evlenmeye odaklanıyor, bana birey ve özgür kadın lazım, evlenmem (veya elf prensesiyle evlenirim), Slav kadınlar daha iyi ya da Türk kadınları kendine güvensiz gibi geniş/yer yer sığ laflar hazırlamışlar. Ayşe hanım'ın sonraki yazısında ise bazı kadınlar yine aynı yüzeysellikle Türk erkekleri iyi sevişemiyor, yerlere tükürüyorlar, ben de İtalyan isterim gibi dişi yakarışlarda bulunmuşlar ve ah vah kendilerinin yüz verdikleri bu Türk hödüklerinden (hakaret etmek de sorun değil) şikayet etmişler. Fakat Sezar'ın hakkı Sezar'a (bu da ataerkil bir deyim). İkinci röportaj biraz düşünme mehli sağlayacak biçimde yapıldığından mıdır, mesele daha ciddiye bindiğinden midir veya konuşan insanlar daha sağduyulu/akıllı olduğundan mıdır, kadın erkek ilişkilerini semptom (sonuç) değil de neden odaklı inceleyen sağduyulu kadınlar mevcuttu. Mesela Neslihan Acu'nun kadının ancak erkek üzerinden tanımlanabilmesine, ilaveten eğitim ve aile kurumlarının sakatlıkları nedeniyle kadının birey olmasının zorlaşmasına, sonuçta da evliliğe bel bağlanmasına değinmesi güzel.

Yazacaklarım şehirlileşmiş/batılılaşmış çevrelerdeki ilişkiler bazlı olacak. Şimdi, öncelikle hayatımızın ilk yıllarına bakarsak, ergenliğe girene kadar ailemizin bizi cinsiyetimize göre giydirmesine, erkek isek cinsel organımızı göstermemizin teşvikine, kız isek masaya çıkartılıp oynatılmamıza ve ana okulunda aşık olduğumuz diğer çocukları belirlememize rağmen cinsiyet namına çok bir olayımız yok. "Seks" ile bir haşlanmış yumurta kadar ilgiliyiz. Ergenlik başladığında ise dakika bir gol bir, kızlar her yönden üstünlük kuruveriyorlar. Bir kere fiziksel olarak daha gelişkinler, çocukluktan önce çıktıkları için daha olgunlar ve hatta kaba kuvvet olarak bile daha güçlüler. Ergenlik bitene kadar yakışıklı/sporcu/müzisyen oğlanlar değilsek yüzümüze pek bakılmıyor. Ayrıca zaten kızlarımız kendilerinden büyükleri tercih ediyorlar. Bu eğilim sonraki dönemlerde de mevcut ancak bahsettiğim zaman aralığında baya sert.

Neyse, ergenlik bitip, 20'li yaşlara geldiğimizde kadın erkek güç dengesi yine farklı değil. Kadın baskın. 20'lerin başlarında fiziksel özellikler yine en önemli kriter, Türk kızlarımızın yanına desturla yaklaşılıyor. Kadınları da erkekleri de baskılayan milletimiz nedeniyle kızlardan en fazla "uf, slk, git be başımdan" cevaplarını aldığımız zamanlar bunlar. Yavaştan bol baba parası olan erkeklerin esas yükselişi başlıyor (not edelim, ömür boyu da revaçta kalıyorlar). Genel olarak sosyal hayata/gece hayatına kadınların daha az katılabilmesi dolayısıyla bir kadına gereğinden çok erkeğin ilgi göstermesi ve vajinanın korunup saklanması gereken en hakiki mürşit olduğuna inandırılmaları kızlarımızın bulunmaz hint kumaşlığını artırıyor.

20'ler son bulup 30'lara gelirken toplumun eliyle ittirdiği evlilik yumurtası kapıya dayanmaya başlıyor. Öncelikler farklılaşıyor. Kadınlar adamın güzel yüzüne/vücuduna ilaveten aklına, fikrine, kariyerine ve karakterine dikkat etmeye başlıyorlar. Evlenmeyen kızlar aile baskısından uzaklaşıp kendilerine göre yaşayabilecek imkanlara kavuşuyor. Sosyal ortamlardaki kadın erkek oranı hafiften dengelendiği gibi, zaman erkek kısmına daha insaflı davranıyor. İlgili dönem ve sonrası erkek çekiciliği güç/karizmadan çok etkilendiğinden işini gücünü oturtmuş saçları kırlaşmış bilgisayar mühendisleri lisede kendisinin farkında bile olmayan kadınların ilgisini çekmeye başlıyor. Bu arada 30'lu yaş civarı hanım kızlarımızın 20'lerinin başlarında yüzü daha az kırışıklı, daha diri vücutlu, basitçe daha genç, doğurgan ve dişli rakibeleri de türüyor.

Gelinlik gibi bir kıyafetle deli muamelesi görmeyecekleri tek yer olan düğünü (gelinlikle prenses gibi olunuyor biraz), sonucunda bir erkeği evlilik masasına oturtabilmenin başarısını hayal eden (ettirilen), biyolojik saatleri çocuk diye bağıran kızlar hafiften panik olmanın yanında sinirleniyorlar da. İktidarı tehdit edilmiş Arap diktatörleri gibi, biraz üzerine gidince başka milletin kadınlarına, kendilerine, erkeklere ve topluma ateş püskürüyorlar. Çok haksız da değiller. Yine Ayşe Arman'a gelen cevap mektuplarında bunu görüyoruz. Slav kadınlarının güzelliklerinden (ve aslında aile kurmaya baya yatkın olduklarından), o eskiden yüzlerine bakmadıkları adamların etrafında pervane kadın nüfusundan ve gençlik ile beraber kaybedilen üstünlükten rahatsızlar. Burada büyük bir haksızlık var, kabul. Özellikle kadının insan yerine konmaması ve sosyal olarak başarılı olmasının evliliğe bağlanması oldukça miğde bulandırıcı. Fakat oyuncuyu değil oyunu suçlamak gerekir. Saldırılması gereken 37 yaşında, saçları geriye taralı, kazanova yanılsamaları içerisinde vasat tipli iş adamları değil. Sorgulamak gereken az batılı üstü doğulu, muhafazakar ve gururlu ortadoğu toplumumuzun cinsel kimlikler ve kadın hakları hususundaki zavallı durumu.

Son olarak yukarıda kadınlara ilişkin yazdıklarım, bu konuda konuşan hemen herkes gibi, kişisel birikim ve izlenimlere dayalı genellemelerden oluşuyor. Eksik ve yanlışlarla dolu yani. Türkiye'de ergenlerin ve genç yetişkinlerin cinsiyetlerine bağlı sosyal davranışları ve ilişkileri, yeterli sayıda kişi üzerinde araştırma yapılarak hakkında veri elde edilebilecek bir sosyal antropoloji konusu. Fakat böyle özenli bir bilimsel çalışmaya ne kadar gerek olduğu tartışılır. Haklı olarak başka öncelikleri olan bir ülkeyiz. Bir de zaten herkes karşı cinsi süper çözmüş/tanımlamış olduğu için imkanımız olsa bile ihtiyacımız yok. Yaşasın kör dövüşü.

4 Eylül 2012 Salı

İskender (Honour)


Pozitif beklentiler tehlikelidir. Böyle bir beklentin olanı objektif değerlendiremeyeceğin gibi ilaveten yeninin getirdiği heyecanı da bulamazsın. Pozitif beklentiler önceki tecrübelerden örülü bir engeldir. Karşındaki geçemezse kişiliğine göre kızarsın ve/veya üzülürsün. Tabi unutmamak lazım, bunlar madalyonun diğer yüzü. İyi şeyler beklediğin kişilere genellikle sevgi ve/veya saygı beslediğimize göre, dikensiz gül ve bedava öğle yemeği olmayan dünyamızda gönlümüzde özel bir yeri olanların beklenti diyetini ödemelerini bana göre makul.

Bahsettiğim nedenlerle Elif Şafak'ın İskender'i beni tam olarak mutlu edemedi. Bu arada kitabın İngilizce versiyonunun ismi "Honour" (Namus) ve kapağında oryantalizmin ekmeğini sonuna kadar yemeye kararlı bir türbanlı kız var (tahmin edeceğiniz gibi ikiz kız kardeşlerden biri). Şahsi fikrime göre Türkçe hali için "Namus" İskender'e kıyasen daha uygun bir isim olurdu. Haşmetli imparator İskender'e saygım sonsuz ama bu isim benim aklıma öncelikle domates soslu tereyağlı etler ve pideler getiriyor.

Her neyse, İskender toy bir yazarın ilk defa karşılaştığım bir kitabı olsa heyecanlanabileceğim ortalamanın üzerinde bir kitap. Karakter derinlikleri ve olay örgüsü başarısız değil. Ayrıca, İskender Pinhan veya Mahrem gibi hadi metafiziğin dibine vurup inceliklerde kaybolalım ekolünden de değil. Bunları okurken sıkılmıştım. İskender benim daha çok sevdiğim tarzda iki kişilikli (Araf ve Baba ve Piç gibi), doğulu ve batılı, ilaveten hafiften şizofren bir kitap.

Özelikle sevdiğim noktaları İskender'in hapishane mektupları, Pembe ve Elias arasındaki 18. yüzyıl romantizminin aktarılışı ve Adem'in parçalanarak aşık olabilmesi. Sevmediğim esas yönü ise kitabın doğu kişiliğini oluşturan yüzünün yer yer acemice ve üzerinde çalışılmamış gözükmesi. Bu husus özellikle diyaloglarda karşımıza çıkıyor. Misal:

//

Bastonuna tutunarak beklenmedik bir çeviklikle yürümeye başladı. Pembe'nin kadının arkasından koşmayı akıl etmesi bir iki saniye aldı.

"Hey bekle, Ama söylemedin!"

"Neyi söylemedim?" Yaşlı kadın dönüp Pembe'nin yüzüne boş boş baktı; adeta onun kim olduğunu unutmuştu.

"İsmi! Ne olduğunu demedin ki"

"Ha" dedi kadın "Askender."

//

(1. Baskı, s. 109)

Hey ne yahu? Yukarıda alıntıladığım esas oğlan İskender'in mistik bir biçimde kişiliğini oluşturacak isimlendirme sahnesi . Köylü bir kadın, esrarengiz yaşlı bir teyzeye böyle mi seslenir? Ana dur desin, sadece nene diye bağırsın ama "Hey bekle" nedir?

Başka bir örnek:

//

"Baksana ebe kadın, sigaran var mı?"

"Sigara mı?" dedi ebe kadın "Sigara içecek durumda değilsin."

"Hadi ama. Bir nefesçik"

//

(1. Baskı s. 260)

Sanki konuşanlar bir Güneydoğu köyündeki izbe evde bulunan ebe ile bakmak durumunda kaldığı yaralı kaçakçı değil de ATV'de öğleden sonra gösterilen 3. sınıf bir aksiyon filmindeki ateşli hemşire ile Amerikan askeri.

Kitabın aslının İngilizce yazıldığı ve Türkçe halinin çeviri olduğu savunması ileri sürülebilir. Ben yazarı Türk olan, Türkiye'yi içeren ve çevirisinde de "yazarla birlikte çevrilmiştir" ibaresi bulunan bir kitapta bu savunmayı kabul etmiyorum. Herkes bildiği, aşina olduğu konuda yazmak zorunda da değil. Güneydoğu'daki Kürt köylerinin Elif Şafak'ın doğal ortamı olmadığı aşikar. ABD'deki öğrenci hayatı veya ev partileri gibi kolayca hasat edebileceği bir alan değil. Steinbeck veya Orhan Kemal atmosferi de bekliyor değilim. Ancak Elif Şafak gibi bir yazarın ek ön araştırma ve çeviriye biraz özen ile kitabın bu sıkıntısını gidermemesini pek sindiremiyorum.

Kitabın ana teması olan namus cinayetlerine gelince, konu malum. Elle tutulur yanı olmayan, kadınların bir ailenin çoğalma işlevli eşyası muamelesi gördüğü geleneğin devamı. Sadece bize özgü bir bela da değil (bir süre öncesine kadar ben öyle sanıyordum). Özellikle Ortadoğu'da bolca mevcut ve Güney Batı Asya'da da yaygın. Kadın (eşya) nedeniyle kirlenen itibarın temizlenmesi için kullanılacak çeşitli yöntemler var. Bunlar, tecavüz durumunda dahi kadının (eşyanın) kendisini "kirleten" adamla evlendirilerek uygun bir şekilde devredilmesi (malın devri) ya da duruma göre kadının ve/veya sevdiği adamın öldürülmesi gibi senaryolar. Hepsi ayrı ayrı mide bulandırıcı.

Namus cinayetlerinde kesinlikle esas kurban kadın. Bu net. Fakat İskender gibi doğrudan veya dolaylı baskıyla en sevdiği insanları öldürmek durumunda kalan insanların yaşadığı travma da yabana atılamaz. Bir an için annenizi (veya çok sevdiğiniz herhangi birini) öldürmek zorunda bırakıldığınızı düşünün. Bu düşünce sizi gerçekten rahatsız etmiyorsa varlığınızdan rahatsız olduğumu söyleyebilirim.

İskender'de geçen güzel bir tespit ise şu hayatta insanın en çok sevdiklerini acıtması. Elif Şafak ile aramda olan okur yazar ilişkisi nedeniyle kendisini pek acıtacak (hatta etkileyecek) konumda olmasam da Baba ve Piç'e ilişkin Sultanahmet Adliyesi'ndeki duruşmalarından beri takip ettiğim ve okumadığım birkaç kitabı kalmış bir yazara sitemi kendimde hak görüyorum. Saygım değişmedi. Halen Elif Şafak dolmuşçu hüznü edebiyatı yapar söylemli arkadaşlarımla sert münakaşa ederim (espri fena değil ama). Sonraki maçlara bakacağız. Yalnız derleme değil roman istiyorum bu sefer.