10 Aralık 2013 Salı

Cinsiyetler kör dövüşü 2


Sık düşülen iki hata var.

Aslında sayı daha fazladır ancak aklım şu an bu kadarına yetiyor.

Öncelikle etrafınızda biten, başlayamayan, zoraki sürdürülen veya insanların başka yaratıcı şekillerde birbirine eziyet ettikleri bir sürü ilişki görüyorsunuzdur. En azından benim beyaz yaka ormanı hayatımda durum böyle.

Tabi hepimiz bu konularda konuşmaya bayıldığımızdan (bu yazı ne hakkında acaba?) parlak tespitler asla kesilmiyor. Kötü biten veya kötü devam eden her ilişkide karşı cinsi genellemek en doğal hakkımız. Onların nasıl dengesiz, mendebur, bencil ve mal olduğunu söylemek keyif verici madde gibi.

Cinsiyetlere has özellikler var, yadsımıyorum. Ancak, her zaman olduğu gibi, konu bu kadar basit değil.

Eziyet çekmenizin esas nedeni etrafta bir sürü dengesiz, mendebur, bencil ve mal "insan" olması. Hatta bu özelliklerin bazılarını (veya daha kötülerini) belki siz de (kendini mağdur gören olarak) taşıyorsunuz. Bu sıfatlar çoğu zaman vajina veya penis sahibi olmaya bağlı değil; yetiştiriliş tarzınız, değerleriniz ve daha önceki tecrübeleriniz çok daha önemli.

Diğer ilişkilerinizde ne kadar korkunç insanlarla karşılaştınız mesela? İşkence görmeniz sizi cellatlaştırdı mı yoksa merhametiniz mi arttı? Ben kaç cümledir hiç kadın veya erkek kelimesi kullanmadım?

İkinci olarak, şu durumu fark etmediyseniz feci ayvayı yemişsinizdir:

"En uzak mesafe ne Afrika'dir,
Ne Çin,
Ne Hindistan,
Ne seyyareler
Ne de yıldızlar geceleri ışıldayan.
En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir
birbirini anlamayan."

(Burada güzel kopya çektim.)

Sonuçta size ikizler burcu erkeklerinden/kadınlarından uzak durmanız gerektiği gibi güzel bir çıkış noktası sunmayacağım. Maval okumayın, siz de kalp atışınız kadar eminsiniz ki konunun böyle net ve aptal bir çözümü yok.

Yaşadıklarımızı ceplerimize doldurup (arada çıkarıp bakarak) tekrar denemekten başka şansımız da yok. Evrenin onu algılayabilen bir parçasıyız. Zihinlerimiz sonsuz. Arada sırada burnumuz kanadığında ağlamayalım. Devam etmek iyileştirir bana sorarsanız.

10 Şubat 2013 Pazar

Gizli Ahmet Hakan beğenicilik

Başlamadan belirteyim. Ahmet Hakan birkaç yıldır takip ettiğim bir yazar. Kanal 7 veya hızlı muhafazakar zamanlarını sonradan öğrenip okudum. Oturup konuşmuşluğum bulunmaz, öyle gizli derin bağlantıları ve bunlara bağlı amaçları varsa bilemem. Özetle medyada yansıtılan halini bilirim. Bu yazıda konu alınan Ahmet Hakan da budur.

Yine peşin peşin söyleyeyim, Ahmet Hakan'ı severek okurum. Cephelere ayırma meraklısı çoğunluğa bakar isek "onlar"dandır. İmam hatiplidir. Sakallıdır. İslami bilgisi görünürdür. Cemaatlerde ve muhafazakar çevrelerde bilinir, yer yer sevilir. Oralarda sevdiği abileri kardeşleri mevcuttur.

Bu yüzden "bizim" çevrelerde hakkında pozitif kelamlar edildiğinde ekşi bakışlara maruz kalınabilir. Hatta bir arkadaşımdan "ya o adamın tek olayı herkese laf sokuşturmak değil mi?" gibi bir tepki bile aldım yakın zamanda. Normalde analitik ve eleştirel düşüncesi fena olmayan kişileri bile, taraf tutup bayraktarlık yapmayan yazarları garipsemeye iten toplumsal reflekslerimizden olsa gerek, herkese laf etmek pek rağbet görmez bizde.

Ha-Joon Chang'ın (ismi yanıltmasın, kendisi ninja değil Cambridge'de bir ekonomi profesörü) ve ondan yüz küsür yıl önce Schopenhauer'in altını çize çize bahsettiği üzere dünyadaki sosyo-ekonomik/politik ilişkiler insanların sıfırdan analiz ederek anlayabileceklerinden daha karmaşıktır. Bu nedenle belli düşünce disiplinlerini veya siyasi parti doktrinlerini kullanmak faydalı olduğu kadar kaçınılmazdır da. Fakat bunlar doğruya ulaşmak için yalnızca araçtırlar, araç muamelesi görmeleri gerekir. Futbol takımı tutar gibi siyasi parti desteklemek, liderinin her söylediğini vardır bir hikmeti diye kabullenmek ve bunları eleştirel düşünceden müstesna tutmak, dolanmadan ifade edersek, ahmaklıktır.

Tam da bu yüzden iyidir Ahmet Hakan. Bayraktar değildir. Tutarsız da değildir. Tutarlılığı uyguladığı kriteri farklı cenahtan/cepheden kişilere, adam kayırmamaya çalışarak uygulamasındadır. 28 Şubat'ı da, hali hazırdaki malum yargılama süreçlerini de aynı ölçüte tabi tutar. Efes One Love'ın festival alanı dışarısında toplanan kof, eyyam delikanlısı, taşlı sopalı güruha çatır çatır “Daha evvel ve gerçek haksızlıklara karşı neredeydiniz? Adam değilsiniz.” diyebilir mesela. Bizim mahallenin haşarı çocuklarıdır, hoş görelim tavrından kaçınmak özellikle muhafazakarlar için kaybolmakta olan bir meziyet. Atlamamak gerekir.

Ayrıca kendini gereğinden fazla ciddiye almaz. Geçici olmanın, bugün ağa-paşa olanın yarın alaşağı olabileceğinin farkında olduğundan mıdır veya inancından kaynaklanan bir tefekkür halinden midir bilemem. Dalgasını geçer ve dalga geçilmekten gocunmaz. Bir kısım İslamcı kitlenin anlamadığı bilimsel gelişmeler konusunda ağızlarına sakız ettikleri ve sonunda sosyal medyanın her yerinde dalga konusu olmalarına neden olan "ateistler bunu da açıklasın" kelamını hakkını vererek kullanır mesela.

Tüm bu özellikler, eleştirel düşünceye muhafazakar gruplardan daha fazla prim verme geleneği olan bilim-felsefe meraklısı liberal kesimin gözünden kaçmaz. İzlerler Ahmet Hakan'ı. Beğenenleri de olur. Ancak ne kendilerine ne etraflarına beğenilerini bildiremezler. Cepheleri ayıplayıverir maazallah. Takip etmeleri bile gizlidir. Bununla beraber hükümeti veya muhalefeti eleştirmesine göre zaman zaman bu gruplardan da geçici sevenleri olur. Ancak birçok insan, zamanında kendi kazlarına da kışt demiş adamın yazılarını beğendiklerini hevesle kabul edemez, arada kalır. Kafa karıştırır Ahmet Hakan, bu yüzden de iyidir.

Tabi, insandan mutlak erdemler beklenemez. Ahmet Hakan da insandır, beşerdir, şaşardır. Misal Nişanyan ile karısı arasında yaşanan kavanozla bok atma hikayesini uzun uzun anlatıp, onun yazdıklarına eskisi gibi bakamadığını söyledikten sonra, Metin Kaçan gibi tecavüz ve işkence konusunda hüküm giymiş, kendini aklama çabaları da pek inandırıcı olmayan bir adam hakkında romanlarını ve ölümünü bahane ederek pek net konuşamaması "manidar"dır.

Nihai olarak takip edilmesi gerekir bana sorarsanız. Esnaf pazarlaması ağzı ile bitireyim: Beğenerek okuyoruz Ahmet bey, devam ediniz.

 

13 Ocak 2013 Pazar

Muz sesleri


“Çünkü Deniz Hanımcığım, biz Ortadoğululara kendimizinkinden başka hikayeleri anlatmamız için izin vermiyorlar. Bir Batılı gidip Allah’ın s.ktir ettiği bir memleketi anlatabilir, bir Amerikalı gidip Beyrut’u yazabilir ama bir Afganistanlının, İranlının, ne bileyim işte bizim gibi bahtı bulanık insanların kendilerinkinden başka hikaye anlatmasına izin vermiyorlar.”
Temelkuran birçok bizim buralı yazarın şikayetini yine yazar karakteri Ziad’ın ağzından aktarmayı uygun bulmuş. Fikir tanıdık, ifadesi ise iyi ve yalın. Sadece kendimizden bahsetmeye iznimiz olması Batı’nın Ortadoğu kültürlerini otantik bir hediyelik eşya veya eğitilmesi/kaçınılması gereken egzotik bir vahşi hayvan gibi algılamasının bir sonucu sanırım. Batı gücünün endüstriyel çocuğu kültürel dayatma, büyük resimden bahsederken Batı’dan başka referans noktası bırakmıyor. Misal yaşadığımız yerin genel kabul görmüş ismi Ortadoğu. Batı medeniyetine o kadar da uzak olmayan “orta” doğudayız. Çinliler Koreliler vs. de “uzak” doğuda örneğin. Konuştuğumuz dilde bile kendi kendimizi merkez alamamak asap bozucu.
Bizim dışındakilerin isimlendirdiği güzel coğrafyamızda, bizim dışarıdakileri tanımlamaya ne kadar istekli olduğumuz da tartışılır zaten. Keza bir birini öldürmek veya hor görmek baya zaman alan aktiviteler. Duygusal ve sıcakkanlı hallerimiz şiddete meyilli. Fikirlerden kişisel düşmanlıklar peydahlamak, alınganlık ve pusu doğal süreçler. Hor görmelerimiz de silahlı çatışmadan daha az tutkulu değildir, yanılmayalım. Misal yemesi içmesi, aile yapısı, el şakaları ve kan davaları aynı olan Akdenizli Araplar ve Türkler birbirlerini yeterince batılılaşamama (Türkler) veya fazla batılılaşma (Araplar) ile suçlayıverirler. Kavgalı kardeşler gibi. Bildiğiniz üzere Habil ile Kabil Ortadoğulu’dur. Kuzey Avrupa gibi ülkeler ancak bizim uzaktan arkadaşlarımız olabilir. Akılcı, iyi eğitimli, zengin, sıkıcı ve özenilen arkadaşlar.
Kitabın çağrıştırdıklarından kitabın kendisine geçelim. Temelkuran oldukça naif bir istekten yola çıkıyor; vahşeti ve sevgisi gürültülü Ortadoğu’da kalaşnikof veya bağırtılarla engellenmeden muzların büyüme seslerini dinleyebilmek. Beyrut’u ve Beyrut ile yolu kesişecekleri anlatıyor tatlı tatlı ve bölük pörçük. Sanırım seçtiği şehir böyle bir yer olduğundan anlatım böyle gelişmiş. İşin insani tarafına da siyasi tarafına da dokunması samimi ve hikayesi tekrar tekrar okunacak diyaloglarla sarılı. Bununla beraber kitabın genelinde bir kopukluk var. Pek bir katkısı olduğunu düşünmediğim, aman eksik kalmasın diye eklenmiş gibi duran karakterler mevcut. Açıkçası başlarken duyduğum heyecanı sonlara doğru hissedemedim. Ayrı ayrı çok güzel olan bölümler arasındaki bağlantı sıkıntısı ve gereksiz karakter kalabalığı (misal Setanik) hevesimi kaçırmış olabilir.
Allah başka dert vermesin, çok iyi olabilecek bir kitabın sadece iyi olması beni hep hüzünlendirmiştir.  Ece Temelkuran’ı gazeteci ve köşe yazarı olarak beğenirim. Bununla beraber roman başka mesele. İyi bir Rock müzisyeninden çok iyi bir caz parçası çıkıp çıkmayacağı muallaktır, o misal. Her durumda Muz Sesleri Beyrut’a gitmeme neden olacak sanırım. Belki bu bile tek başına yeterlidir.

22 Kasım 2012 Perşembe

Babalar ve Oğullar


Baba oğul ilişkilerinin çetrefilli olmadığı bir kültüre henüz rastlamadım. Görmemişliğimden de olabilir tabi. Bununla beraber itiraf edeyim, Turgenyev’in Babalar ve Oğullar’ındaki ilişkiler beklentilerimden farklı biçimde karmaşıktı. Ana karakterler diyebileceğimiz yeni üniversite mezunu bıçkın Bazarov ve yancısı Arkadiy’in babaları daha çok kendilerini oğullarına beğendirmeye çabalayan ve sırf bu yüzden modern gözükmeye uğraşan sevimli adamlar olarak kurgulanmışlar.  Alışık olduğumuz dediğim dedik, yaptım olacak, talimat verdim yapacaklar tarzı baba figürleri değiller pek.

Doğulu yönü yabana atılamayacak olan Ruslar için şaşırtıcı bulduğum bu tipleri hemen Turgenyev’in kişiliğine ve politik duruşuna bağlayıverdim. Baba figürü her coğrafyada biraz faşizan olabilir, kabul. Ancak doğunun feodal ataerkilliği başka şeye benzemez. Okuduğum kadarıyla Turgenyev, çağdaşı (ve hasmı) Dostoyevski’den farklı olarak yüzü batıya dönük bir adammış. Bilen bilir, Dostoyevski Slav milliyetçisi, ayrımcı ve başka milletten insanları kitaplarında küçük düşürücü karakterlere (misal Kumbarbaz’daki Polonyalı karakterler) hapsetmekten çekinmeyen bir insandı. Yazdıklarına bayılsak da eve sokulacak adam değildi yani anlayacağınız.

Neyse, yüz küsür yıl önce ölmesine rağmen yeni tanıştığım Turgenyev reis bu muhafazakar akımlara karşı fikir mücadelesinde bulunmuş öğrendiğim kadarıyla. Bu nedenle adamın yazdığı babalar da daha az otoriter ve daha değişime açık adamlar. Antrparantez, bu aralar okumaya daha fazla vaktim olduğundandır herhalde kafama daha çok çarpıyor; feci cahil öleceğiz. Daha az cahil olmaya çabalamak kadar saygı duyduğum faaliyet azdır, yanlış anlaşılmasın. Ancak özellikle bilimin gelişme hızı ve tarihin derinliği adamı kötü tokatlıyor.

Kitaba geri dönelim, bana sorarsanız baba tahakkümü romandaki biyolojik babalar tarafından değil Bazarov tarafından Arkadiy üzerinde kuruluyor. Abiler nihilist de olsalar bu alışık olduğumuz şeyh – akıl hocası benzeri bir otorite. Başlarda hayatına ilişkin herhangi bir hareket öncesinde Bazarov’un ağzına bakan Arkadiy’in ondan kopabilmesi ve kendi ailesini kurabilmesi de çocuğun büyümesine benziyor. Zaten Bazarov da Rus karamsarlığına yakışacak biçimde büyük bir fikir adamı ya da politikacı vs. olamadan pat diye hastalanıp ölüyor (katil uşak).

Ayrıca ülkemizdeki baba-oğul çatışmasının okuduğum Rus romanlarındakinden daha eğlenceli olduğunu söylemek lazım. Hızla ilerleyen teknoloji ve değişen ekonomik yapı ahlak normlarını hızla değiştiriyor. Kuşaklar arasındaki uçurum daha hızlı derinleşiyor, doğu batı arasında kalma ile de çatışma iyice körükleniyor. Baba eğer baskıcı ve muhafazakarsa (sanırım Türkiye’deki babaların önemli bir kısmı böyle), oğlan ise kısmen liberal görüşlere sahipse esas cümbüş başlıyor. Baba dediklerinin harfi harfine yapılmamasına şaşırıp, oğlunun fikirlerini ihanet olarak algılıyor. Bir yandan çocuğuyla ilişkisini koparmak istemezken diğer yandan farklı değerlerle büyümüş kazık kadar adamdan mutlak itaat bekliyor.

Son tahlilde baba olmak da stresli iş. Annesiyle beraber bir sürü emekle büyüttüğünüz, karşılıksız sevdiğiniz, ufak, sevimi, sürekli ağlayıp altına s.çan, sonra yavaş yavaş yürümeye başlayıp sosyal kuralları öğrenen bir canlının bir zaman sonra karşına çıkıp “o öyle değildir, bu böyledir” demesi sinir bozucu olsa gerek. Kitaba gelince, kimsenin bu saatten sonra benim tavsiyemle Rus edebiyatına saracağına inanmıyorum. Bu akımı seviyor ve bu saate kadar Babalar ve Oğulları okumamışsanız ben bir şey demesem de okursunuz zaten. Bugün yazı sonu tavsiyesi yok yani, yavaş yavaş dağılalım.  

21 Ekim 2012 Pazar

Yedinci Gün

Birikime, ruh haline, bakış açısına ve ilgi alanına göre farklı anlamlar ifade edip başka tatlar verebilmek, çok kitapta olmayan iyi bir özelliktir. Hatta yine hatırlamadığım için anonim kalacak bir yazar bu kavram için "katmanlı anlatım" benzeri yerinde bir tanım yapmıştı. İhsan Oktay Anar'ın Yedinci Gün'ü de, yazarın diğer eserleri gibi, bu katmanlı anlatımla kaleme alınmış. Kitabın her yerinden Hıristiyan ve İslam mitolojisi fışkırırken (7 gün, kurşun durduran Kuran vs.), anlatım tarzının Osmanlı arşivlerinde rastlanabilecek bir detaycılıkla oluşturulduğunu görüyoruz. Hikayenin yalın anlamı malum ve tek başına keyifli. Bunun yanında göndermelere, yan hikayelere ve ana hikayenin muhtemel diğer tefsirlerine tamamen hakim olmak İhsan Oktay Anar olmadıkça pek mümkün gözükmüyor (ya da ben beceremedim).

İşi yine bencilce ele almak gerekirse, Yedinci Gün'ün beni en keyiflendiren kısmı İdris Amil Zula oldu. İnsan elinde çekiç varsa herşeyi çivi görür, ben de kitabın burasından tutacağım. Kimdir bu İdris sorusuna cevaben yaratıcısını tasviri sanırım yeterli gelecektir:

"Onun üstünlüğü hiçbir üstünlüğü olmaması. Daima ortada, yani merkezde durması. İdris Amil Merkez-i Kain, daha doğrusu Merkez-i Kainat. Onun bu görünüşüyle sathi olduğunu düşünebilirsin. Evet! O derin değildir. Ama derinlik denen şey, satıhtakiler için bir mana taşır. Dolayısıyla Kainat'ın derinliğini ancak o görebilir. O Rum Medeniyeti'nin maksimum yahut minimumu değil, optimumu ve optimusu. İşte İnsan-ı Kamil ile İnsan-ı Alaküllihal aynı şey. Kainat onun için yaratıldı. Üstelik onun ibadet etmesi değil, idare-i maslahat etmesi yeter. Göktaşları, seyyareler, yıldız ve takım yıldızlar, pulsar ve bulutsular onun çevresinde tekbir getire getire dönüyor. Çünkü o merkez! Hırslarımızdan, eksik ve fazla her şeyden ıstırap suyuyla abdest alarak alınıp, biz de İdris Amil'i, bu Beşeri Kabe'yi tavaf etmeliyiz..."

Yani İdris Amil bir sıradanlık ideali. Aptal veya akıllı, güzel veya çirkin, zengin veya fakir, sosyal veya asosyal ya da diğer başka hiçbir sıfata sahip değil. X-Y ekseninin "0" noktası, kendi halinde bir esnaf ve normalin vücuda gelmiş hali. Bu nedenle de çok değerli.

Normal sık ihtiyaç duyulan bir kavram. Örneğin, kendimizi ortalamanın üstü etkisiyle avutacağımızda bir başlangıç noktasına ihtiyacımız var. Ortalamanın üstü etkisi ne derseniz, adı üzerinde kendimizi herhangi bir konuda normalden üstün görmemizi sağlayan bir bilişsel önyargı (cognitive bias) diyebiliriz. Misal insanların önemli bir kısmı, yaptıkları işte en iyi olmasalar da hani ortalamadan iyi olduklarını düşünmektedirler. Ancak böyle düşünen insanların sayısı, ortalamanın üzerinde olabilecek insanların sayısından genellikle daha fazladır. Başka bir örnek ise memleketimizde sevinçle kucaklanan Türkiye'nin %60'ı (veya daha fazlası) aptaldır iddiası. Çoğunluğun kendinden emin bir gülümsemeyle kabul ettiği bu önermenin yaygın kabul görmesinde, kimsenin kendisini o %60 içerisinde düşünmemesinin payı büyüktür herhalde.

Normal ayrıca her türlü iktidarın da vazgeçilmez araçları arasındadır. Beklenebilir ve tahmin edilebilir oluşu, demokrasilerde de, diktatörlüklerde de tercih sebebidir. Normale yönelim bu nedenle teşvik edilir, hatta zorlanır. Askere gidip gelip evlenip çocuk yapmak, 30'undan önce doğurmak, dindarlık, büyüklere sorgusuz biat ve muhafazakarlık geçer akçedir. Hatta normal, kendi temsilcilerine (özellikle demokrasinin gelişmediği toplumlarda) "anormal" veya "azınlık" olana zulüm etme, onu dönüştürme veya yok etme imkanı da tanır. Ayrıca iktidar, normali de kendisine yontarak değiştirir. Bir nevi normal tanımlanacak ise, onu da devlet tanımlar denebilir.

Kendinizi sadece alternatif veya protest olarak tanımlıyorsanız da ülkemizdeki kısa bıyıklı amcalar kadar normale muhtaçsınız. Varoluş biçimiyle normalden ayrılmak ayrı, onu istisna tutuyorum. Ancak, yaptığınız sadece egemen anlayışa karşı durmak veya ondan farklı gözükmeye çalışmak ise sizi tanımlayanların baş köşesine egemen kültürü oturtmuş oluyorsunuz. Yanlış anlaşılmasın, muhalefet, sorgulama ve eleştiri ne amaçla yapılırsa yapılsın genellikle değerli ve gereklidir. Dikkat çekmek istediğim nokta, alternatif ve normalin yakın/sıcak ilişkisi.

Şimdiye kadar bahsettiklerim İdris Amil'i sevme nedenlerinden yalnızca birkaçı. Kendisini bir kenara bırakıp Yedinci Gün'ü sevmemin diğer nedenlerine gelirsek, romanın bir sürü bağlantılı bağlantısız hikayelerle bezenmiş olmasını öne sürebilirim. Yazarın bütün kitaplarında mevcut olan bu üslup, bana Nuri Bilge Ceylan'ın fotoğraf sergisi gibi filmlerini hatırlatıyor. Her bir film karesine veya her ufak hikayeye bu kadar özen göstermek, işin bütünü kadar tecrübe ettiğiniz kısa anların da keyifli olmasını sağlıyor. Ayrıca, baba, oğul ve kutsal ruhun işlenişi (kitap üç bölümden oluşuyor) ve hikayenin kendi kuyruğunu yiyen yılan gibi tekrar kendine bağlanması da güzel.

Sonuç olarak, Yedinci Gün iyi bir kitap ancak Anar'ın en iyisi değil. İlaveten yazarın en son kitabını yazdığı geçtiğimiz beş senede zevkimin değişmesi ve kendisinin halen elinde bulundurduğu "en sevdiğim yazar" unvanının sarsılmakta olması da beğenimi etkilemiş olabilir. Siz yine de en kısa zamanda alıp hatmedin, tek başına özgünlüğü ve anlatım zenginliği yeter.

18 Eylül 2012 Salı

Cinsiyetler kör dövüşü


Öncelikle bir konuda net olalım. Sosyal çevremiz, mahallemiz, ailemiz, toplumumuzun ahlaki değerleri, hükümet yetkilileri ve bizden yaşça büyük babacan iş arkadaşlarımızın hepsi sevişmemizi istiyor. Evlenip çocuk yapmamızı yani. Kadın veya erkek olmamız farketmez. Onların istediği gibi, tek eşli, resmi kayıt altında ve korunmasız sevişelim ki topluma uygun çekirdek aileler oluşsun. Buna evlilik baskısı da diyenler mevcut. Kabul etmek gerekir ki bu zorlama evrimsel olarak veya toplumun devamı için yararlı, cinselliğin genel olarak yasaklı olduğu ülkemizde insanların seks yapabilmesi için gerekli ve Melih Gökçek'in içleri ısıtıan gülümsemesi kadar gerçek.

Mevzubahis zorbalığa cinsiyet ayrımı olmaksızın maruz kalıyoruz. Misal geçenlerde bir mekanda otururken elli küsür yaşlarında bir adamın otuz yaşlarındaki oğluna "Senin artık evlenmen gerekiyor, tek çocuksun, benim soyumun devam etmesi gerekli" gibi kelamları yüksek sesle ilettiğini gördüm. Hayır, Cengiz Han'ın çadırında değildim. Söz konusu diyaloğun kahramanları şehir merkezinde işlek bir cafede kahve içen modern görünümlü bir baba oğuldu. Tabi tek anekdot kimseyi yanıltmasın, evlilik ittirmesinin esas mağduru kadınlar. Zaten benim hakkında iddialarda bulunacağım konu da Türkiye'deki kadın-erkek ilişkileri. Böyle iki paragraf evlilik girişi yapmamın nedeni de evlilik baskısının bu ilişkinin güç dengesinde etkin bir faktör olması.

Böyle pazar yazısı yazan Ertuğrul Özkök gibi bir konu seçmemin nedeni Ayşe Arman'ın birkaç haftadır kızlar mı haklı erkekler mi temalı ilkokul çağlarımızdaki kız erkek kavgalarını hatırlatan röportajlarını okumam. Yanlış anlaşılmasın, Ayşe Arman ile bir alıp veremediğim yok. Çalışkan, nabza nereden şerbet vereceğini bilen, toplumun ilgisini çeken işler yapan bir kadın. Yazılarından Schopenhauer derinliği beklemek ahmaklık ancak elmalarla armutları karıştırmadıkça sorun yok. Zaten Schopenhauer'in bazı asosyal ve korkak hallerini de sevmem. Neyse, sonuçta bizim oğlanlar (40'a dayanmış amcalar aslında); Türk kızları 30'undan sonra evlenmeye odaklanıyor, bana birey ve özgür kadın lazım, evlenmem (veya elf prensesiyle evlenirim), Slav kadınlar daha iyi ya da Türk kadınları kendine güvensiz gibi geniş/yer yer sığ laflar hazırlamışlar. Ayşe hanım'ın sonraki yazısında ise bazı kadınlar yine aynı yüzeysellikle Türk erkekleri iyi sevişemiyor, yerlere tükürüyorlar, ben de İtalyan isterim gibi dişi yakarışlarda bulunmuşlar ve ah vah kendilerinin yüz verdikleri bu Türk hödüklerinden (hakaret etmek de sorun değil) şikayet etmişler. Fakat Sezar'ın hakkı Sezar'a (bu da ataerkil bir deyim). İkinci röportaj biraz düşünme mehli sağlayacak biçimde yapıldığından mıdır, mesele daha ciddiye bindiğinden midir veya konuşan insanlar daha sağduyulu/akıllı olduğundan mıdır, kadın erkek ilişkilerini semptom (sonuç) değil de neden odaklı inceleyen sağduyulu kadınlar mevcuttu. Mesela Neslihan Acu'nun kadının ancak erkek üzerinden tanımlanabilmesine, ilaveten eğitim ve aile kurumlarının sakatlıkları nedeniyle kadının birey olmasının zorlaşmasına, sonuçta da evliliğe bel bağlanmasına değinmesi güzel.

Yazacaklarım şehirlileşmiş/batılılaşmış çevrelerdeki ilişkiler bazlı olacak. Şimdi, öncelikle hayatımızın ilk yıllarına bakarsak, ergenliğe girene kadar ailemizin bizi cinsiyetimize göre giydirmesine, erkek isek cinsel organımızı göstermemizin teşvikine, kız isek masaya çıkartılıp oynatılmamıza ve ana okulunda aşık olduğumuz diğer çocukları belirlememize rağmen cinsiyet namına çok bir olayımız yok. "Seks" ile bir haşlanmış yumurta kadar ilgiliyiz. Ergenlik başladığında ise dakika bir gol bir, kızlar her yönden üstünlük kuruveriyorlar. Bir kere fiziksel olarak daha gelişkinler, çocukluktan önce çıktıkları için daha olgunlar ve hatta kaba kuvvet olarak bile daha güçlüler. Ergenlik bitene kadar yakışıklı/sporcu/müzisyen oğlanlar değilsek yüzümüze pek bakılmıyor. Ayrıca zaten kızlarımız kendilerinden büyükleri tercih ediyorlar. Bu eğilim sonraki dönemlerde de mevcut ancak bahsettiğim zaman aralığında baya sert.

Neyse, ergenlik bitip, 20'li yaşlara geldiğimizde kadın erkek güç dengesi yine farklı değil. Kadın baskın. 20'lerin başlarında fiziksel özellikler yine en önemli kriter, Türk kızlarımızın yanına desturla yaklaşılıyor. Kadınları da erkekleri de baskılayan milletimiz nedeniyle kızlardan en fazla "uf, slk, git be başımdan" cevaplarını aldığımız zamanlar bunlar. Yavaştan bol baba parası olan erkeklerin esas yükselişi başlıyor (not edelim, ömür boyu da revaçta kalıyorlar). Genel olarak sosyal hayata/gece hayatına kadınların daha az katılabilmesi dolayısıyla bir kadına gereğinden çok erkeğin ilgi göstermesi ve vajinanın korunup saklanması gereken en hakiki mürşit olduğuna inandırılmaları kızlarımızın bulunmaz hint kumaşlığını artırıyor.

20'ler son bulup 30'lara gelirken toplumun eliyle ittirdiği evlilik yumurtası kapıya dayanmaya başlıyor. Öncelikler farklılaşıyor. Kadınlar adamın güzel yüzüne/vücuduna ilaveten aklına, fikrine, kariyerine ve karakterine dikkat etmeye başlıyorlar. Evlenmeyen kızlar aile baskısından uzaklaşıp kendilerine göre yaşayabilecek imkanlara kavuşuyor. Sosyal ortamlardaki kadın erkek oranı hafiften dengelendiği gibi, zaman erkek kısmına daha insaflı davranıyor. İlgili dönem ve sonrası erkek çekiciliği güç/karizmadan çok etkilendiğinden işini gücünü oturtmuş saçları kırlaşmış bilgisayar mühendisleri lisede kendisinin farkında bile olmayan kadınların ilgisini çekmeye başlıyor. Bu arada 30'lu yaş civarı hanım kızlarımızın 20'lerinin başlarında yüzü daha az kırışıklı, daha diri vücutlu, basitçe daha genç, doğurgan ve dişli rakibeleri de türüyor.

Gelinlik gibi bir kıyafetle deli muamelesi görmeyecekleri tek yer olan düğünü (gelinlikle prenses gibi olunuyor biraz), sonucunda bir erkeği evlilik masasına oturtabilmenin başarısını hayal eden (ettirilen), biyolojik saatleri çocuk diye bağıran kızlar hafiften panik olmanın yanında sinirleniyorlar da. İktidarı tehdit edilmiş Arap diktatörleri gibi, biraz üzerine gidince başka milletin kadınlarına, kendilerine, erkeklere ve topluma ateş püskürüyorlar. Çok haksız da değiller. Yine Ayşe Arman'a gelen cevap mektuplarında bunu görüyoruz. Slav kadınlarının güzelliklerinden (ve aslında aile kurmaya baya yatkın olduklarından), o eskiden yüzlerine bakmadıkları adamların etrafında pervane kadın nüfusundan ve gençlik ile beraber kaybedilen üstünlükten rahatsızlar. Burada büyük bir haksızlık var, kabul. Özellikle kadının insan yerine konmaması ve sosyal olarak başarılı olmasının evliliğe bağlanması oldukça miğde bulandırıcı. Fakat oyuncuyu değil oyunu suçlamak gerekir. Saldırılması gereken 37 yaşında, saçları geriye taralı, kazanova yanılsamaları içerisinde vasat tipli iş adamları değil. Sorgulamak gereken az batılı üstü doğulu, muhafazakar ve gururlu ortadoğu toplumumuzun cinsel kimlikler ve kadın hakları hususundaki zavallı durumu.

Son olarak yukarıda kadınlara ilişkin yazdıklarım, bu konuda konuşan hemen herkes gibi, kişisel birikim ve izlenimlere dayalı genellemelerden oluşuyor. Eksik ve yanlışlarla dolu yani. Türkiye'de ergenlerin ve genç yetişkinlerin cinsiyetlerine bağlı sosyal davranışları ve ilişkileri, yeterli sayıda kişi üzerinde araştırma yapılarak hakkında veri elde edilebilecek bir sosyal antropoloji konusu. Fakat böyle özenli bir bilimsel çalışmaya ne kadar gerek olduğu tartışılır. Haklı olarak başka öncelikleri olan bir ülkeyiz. Bir de zaten herkes karşı cinsi süper çözmüş/tanımlamış olduğu için imkanımız olsa bile ihtiyacımız yok. Yaşasın kör dövüşü.

4 Eylül 2012 Salı

İskender (Honour)


Pozitif beklentiler tehlikelidir. Böyle bir beklentin olanı objektif değerlendiremeyeceğin gibi ilaveten yeninin getirdiği heyecanı da bulamazsın. Pozitif beklentiler önceki tecrübelerden örülü bir engeldir. Karşındaki geçemezse kişiliğine göre kızarsın ve/veya üzülürsün. Tabi unutmamak lazım, bunlar madalyonun diğer yüzü. İyi şeyler beklediğin kişilere genellikle sevgi ve/veya saygı beslediğimize göre, dikensiz gül ve bedava öğle yemeği olmayan dünyamızda gönlümüzde özel bir yeri olanların beklenti diyetini ödemelerini bana göre makul.

Bahsettiğim nedenlerle Elif Şafak'ın İskender'i beni tam olarak mutlu edemedi. Bu arada kitabın İngilizce versiyonunun ismi "Honour" (Namus) ve kapağında oryantalizmin ekmeğini sonuna kadar yemeye kararlı bir türbanlı kız var (tahmin edeceğiniz gibi ikiz kız kardeşlerden biri). Şahsi fikrime göre Türkçe hali için "Namus" İskender'e kıyasen daha uygun bir isim olurdu. Haşmetli imparator İskender'e saygım sonsuz ama bu isim benim aklıma öncelikle domates soslu tereyağlı etler ve pideler getiriyor.

Her neyse, İskender toy bir yazarın ilk defa karşılaştığım bir kitabı olsa heyecanlanabileceğim ortalamanın üzerinde bir kitap. Karakter derinlikleri ve olay örgüsü başarısız değil. Ayrıca, İskender Pinhan veya Mahrem gibi hadi metafiziğin dibine vurup inceliklerde kaybolalım ekolünden de değil. Bunları okurken sıkılmıştım. İskender benim daha çok sevdiğim tarzda iki kişilikli (Araf ve Baba ve Piç gibi), doğulu ve batılı, ilaveten hafiften şizofren bir kitap.

Özelikle sevdiğim noktaları İskender'in hapishane mektupları, Pembe ve Elias arasındaki 18. yüzyıl romantizminin aktarılışı ve Adem'in parçalanarak aşık olabilmesi. Sevmediğim esas yönü ise kitabın doğu kişiliğini oluşturan yüzünün yer yer acemice ve üzerinde çalışılmamış gözükmesi. Bu husus özellikle diyaloglarda karşımıza çıkıyor. Misal:

//

Bastonuna tutunarak beklenmedik bir çeviklikle yürümeye başladı. Pembe'nin kadının arkasından koşmayı akıl etmesi bir iki saniye aldı.

"Hey bekle, Ama söylemedin!"

"Neyi söylemedim?" Yaşlı kadın dönüp Pembe'nin yüzüne boş boş baktı; adeta onun kim olduğunu unutmuştu.

"İsmi! Ne olduğunu demedin ki"

"Ha" dedi kadın "Askender."

//

(1. Baskı, s. 109)

Hey ne yahu? Yukarıda alıntıladığım esas oğlan İskender'in mistik bir biçimde kişiliğini oluşturacak isimlendirme sahnesi . Köylü bir kadın, esrarengiz yaşlı bir teyzeye böyle mi seslenir? Ana dur desin, sadece nene diye bağırsın ama "Hey bekle" nedir?

Başka bir örnek:

//

"Baksana ebe kadın, sigaran var mı?"

"Sigara mı?" dedi ebe kadın "Sigara içecek durumda değilsin."

"Hadi ama. Bir nefesçik"

//

(1. Baskı s. 260)

Sanki konuşanlar bir Güneydoğu köyündeki izbe evde bulunan ebe ile bakmak durumunda kaldığı yaralı kaçakçı değil de ATV'de öğleden sonra gösterilen 3. sınıf bir aksiyon filmindeki ateşli hemşire ile Amerikan askeri.

Kitabın aslının İngilizce yazıldığı ve Türkçe halinin çeviri olduğu savunması ileri sürülebilir. Ben yazarı Türk olan, Türkiye'yi içeren ve çevirisinde de "yazarla birlikte çevrilmiştir" ibaresi bulunan bir kitapta bu savunmayı kabul etmiyorum. Herkes bildiği, aşina olduğu konuda yazmak zorunda da değil. Güneydoğu'daki Kürt köylerinin Elif Şafak'ın doğal ortamı olmadığı aşikar. ABD'deki öğrenci hayatı veya ev partileri gibi kolayca hasat edebileceği bir alan değil. Steinbeck veya Orhan Kemal atmosferi de bekliyor değilim. Ancak Elif Şafak gibi bir yazarın ek ön araştırma ve çeviriye biraz özen ile kitabın bu sıkıntısını gidermemesini pek sindiremiyorum.

Kitabın ana teması olan namus cinayetlerine gelince, konu malum. Elle tutulur yanı olmayan, kadınların bir ailenin çoğalma işlevli eşyası muamelesi gördüğü geleneğin devamı. Sadece bize özgü bir bela da değil (bir süre öncesine kadar ben öyle sanıyordum). Özellikle Ortadoğu'da bolca mevcut ve Güney Batı Asya'da da yaygın. Kadın (eşya) nedeniyle kirlenen itibarın temizlenmesi için kullanılacak çeşitli yöntemler var. Bunlar, tecavüz durumunda dahi kadının (eşyanın) kendisini "kirleten" adamla evlendirilerek uygun bir şekilde devredilmesi (malın devri) ya da duruma göre kadının ve/veya sevdiği adamın öldürülmesi gibi senaryolar. Hepsi ayrı ayrı mide bulandırıcı.

Namus cinayetlerinde kesinlikle esas kurban kadın. Bu net. Fakat İskender gibi doğrudan veya dolaylı baskıyla en sevdiği insanları öldürmek durumunda kalan insanların yaşadığı travma da yabana atılamaz. Bir an için annenizi (veya çok sevdiğiniz herhangi birini) öldürmek zorunda bırakıldığınızı düşünün. Bu düşünce sizi gerçekten rahatsız etmiyorsa varlığınızdan rahatsız olduğumu söyleyebilirim.

İskender'de geçen güzel bir tespit ise şu hayatta insanın en çok sevdiklerini acıtması. Elif Şafak ile aramda olan okur yazar ilişkisi nedeniyle kendisini pek acıtacak (hatta etkileyecek) konumda olmasam da Baba ve Piç'e ilişkin Sultanahmet Adliyesi'ndeki duruşmalarından beri takip ettiğim ve okumadığım birkaç kitabı kalmış bir yazara sitemi kendimde hak görüyorum. Saygım değişmedi. Halen Elif Şafak dolmuşçu hüznü edebiyatı yapar söylemli arkadaşlarımla sert münakaşa ederim (espri fena değil ama). Sonraki maçlara bakacağız. Yalnız derleme değil roman istiyorum bu sefer.