22 Kasım 2012 Perşembe

Babalar ve Oğullar


Baba oğul ilişkilerinin çetrefilli olmadığı bir kültüre henüz rastlamadım. Görmemişliğimden de olabilir tabi. Bununla beraber itiraf edeyim, Turgenyev’in Babalar ve Oğullar’ındaki ilişkiler beklentilerimden farklı biçimde karmaşıktı. Ana karakterler diyebileceğimiz yeni üniversite mezunu bıçkın Bazarov ve yancısı Arkadiy’in babaları daha çok kendilerini oğullarına beğendirmeye çabalayan ve sırf bu yüzden modern gözükmeye uğraşan sevimli adamlar olarak kurgulanmışlar.  Alışık olduğumuz dediğim dedik, yaptım olacak, talimat verdim yapacaklar tarzı baba figürleri değiller pek.

Doğulu yönü yabana atılamayacak olan Ruslar için şaşırtıcı bulduğum bu tipleri hemen Turgenyev’in kişiliğine ve politik duruşuna bağlayıverdim. Baba figürü her coğrafyada biraz faşizan olabilir, kabul. Ancak doğunun feodal ataerkilliği başka şeye benzemez. Okuduğum kadarıyla Turgenyev, çağdaşı (ve hasmı) Dostoyevski’den farklı olarak yüzü batıya dönük bir adammış. Bilen bilir, Dostoyevski Slav milliyetçisi, ayrımcı ve başka milletten insanları kitaplarında küçük düşürücü karakterlere (misal Kumbarbaz’daki Polonyalı karakterler) hapsetmekten çekinmeyen bir insandı. Yazdıklarına bayılsak da eve sokulacak adam değildi yani anlayacağınız.

Neyse, yüz küsür yıl önce ölmesine rağmen yeni tanıştığım Turgenyev reis bu muhafazakar akımlara karşı fikir mücadelesinde bulunmuş öğrendiğim kadarıyla. Bu nedenle adamın yazdığı babalar da daha az otoriter ve daha değişime açık adamlar. Antrparantez, bu aralar okumaya daha fazla vaktim olduğundandır herhalde kafama daha çok çarpıyor; feci cahil öleceğiz. Daha az cahil olmaya çabalamak kadar saygı duyduğum faaliyet azdır, yanlış anlaşılmasın. Ancak özellikle bilimin gelişme hızı ve tarihin derinliği adamı kötü tokatlıyor.

Kitaba geri dönelim, bana sorarsanız baba tahakkümü romandaki biyolojik babalar tarafından değil Bazarov tarafından Arkadiy üzerinde kuruluyor. Abiler nihilist de olsalar bu alışık olduğumuz şeyh – akıl hocası benzeri bir otorite. Başlarda hayatına ilişkin herhangi bir hareket öncesinde Bazarov’un ağzına bakan Arkadiy’in ondan kopabilmesi ve kendi ailesini kurabilmesi de çocuğun büyümesine benziyor. Zaten Bazarov da Rus karamsarlığına yakışacak biçimde büyük bir fikir adamı ya da politikacı vs. olamadan pat diye hastalanıp ölüyor (katil uşak).

Ayrıca ülkemizdeki baba-oğul çatışmasının okuduğum Rus romanlarındakinden daha eğlenceli olduğunu söylemek lazım. Hızla ilerleyen teknoloji ve değişen ekonomik yapı ahlak normlarını hızla değiştiriyor. Kuşaklar arasındaki uçurum daha hızlı derinleşiyor, doğu batı arasında kalma ile de çatışma iyice körükleniyor. Baba eğer baskıcı ve muhafazakarsa (sanırım Türkiye’deki babaların önemli bir kısmı böyle), oğlan ise kısmen liberal görüşlere sahipse esas cümbüş başlıyor. Baba dediklerinin harfi harfine yapılmamasına şaşırıp, oğlunun fikirlerini ihanet olarak algılıyor. Bir yandan çocuğuyla ilişkisini koparmak istemezken diğer yandan farklı değerlerle büyümüş kazık kadar adamdan mutlak itaat bekliyor.

Son tahlilde baba olmak da stresli iş. Annesiyle beraber bir sürü emekle büyüttüğünüz, karşılıksız sevdiğiniz, ufak, sevimi, sürekli ağlayıp altına s.çan, sonra yavaş yavaş yürümeye başlayıp sosyal kuralları öğrenen bir canlının bir zaman sonra karşına çıkıp “o öyle değildir, bu böyledir” demesi sinir bozucu olsa gerek. Kitaba gelince, kimsenin bu saatten sonra benim tavsiyemle Rus edebiyatına saracağına inanmıyorum. Bu akımı seviyor ve bu saate kadar Babalar ve Oğulları okumamışsanız ben bir şey demesem de okursunuz zaten. Bugün yazı sonu tavsiyesi yok yani, yavaş yavaş dağılalım.  

21 Ekim 2012 Pazar

Yedinci Gün

Birikime, ruh haline, bakış açısına ve ilgi alanına göre farklı anlamlar ifade edip başka tatlar verebilmek, çok kitapta olmayan iyi bir özelliktir. Hatta yine hatırlamadığım için anonim kalacak bir yazar bu kavram için "katmanlı anlatım" benzeri yerinde bir tanım yapmıştı. İhsan Oktay Anar'ın Yedinci Gün'ü de, yazarın diğer eserleri gibi, bu katmanlı anlatımla kaleme alınmış. Kitabın her yerinden Hıristiyan ve İslam mitolojisi fışkırırken (7 gün, kurşun durduran Kuran vs.), anlatım tarzının Osmanlı arşivlerinde rastlanabilecek bir detaycılıkla oluşturulduğunu görüyoruz. Hikayenin yalın anlamı malum ve tek başına keyifli. Bunun yanında göndermelere, yan hikayelere ve ana hikayenin muhtemel diğer tefsirlerine tamamen hakim olmak İhsan Oktay Anar olmadıkça pek mümkün gözükmüyor (ya da ben beceremedim).

İşi yine bencilce ele almak gerekirse, Yedinci Gün'ün beni en keyiflendiren kısmı İdris Amil Zula oldu. İnsan elinde çekiç varsa herşeyi çivi görür, ben de kitabın burasından tutacağım. Kimdir bu İdris sorusuna cevaben yaratıcısını tasviri sanırım yeterli gelecektir:

"Onun üstünlüğü hiçbir üstünlüğü olmaması. Daima ortada, yani merkezde durması. İdris Amil Merkez-i Kain, daha doğrusu Merkez-i Kainat. Onun bu görünüşüyle sathi olduğunu düşünebilirsin. Evet! O derin değildir. Ama derinlik denen şey, satıhtakiler için bir mana taşır. Dolayısıyla Kainat'ın derinliğini ancak o görebilir. O Rum Medeniyeti'nin maksimum yahut minimumu değil, optimumu ve optimusu. İşte İnsan-ı Kamil ile İnsan-ı Alaküllihal aynı şey. Kainat onun için yaratıldı. Üstelik onun ibadet etmesi değil, idare-i maslahat etmesi yeter. Göktaşları, seyyareler, yıldız ve takım yıldızlar, pulsar ve bulutsular onun çevresinde tekbir getire getire dönüyor. Çünkü o merkez! Hırslarımızdan, eksik ve fazla her şeyden ıstırap suyuyla abdest alarak alınıp, biz de İdris Amil'i, bu Beşeri Kabe'yi tavaf etmeliyiz..."

Yani İdris Amil bir sıradanlık ideali. Aptal veya akıllı, güzel veya çirkin, zengin veya fakir, sosyal veya asosyal ya da diğer başka hiçbir sıfata sahip değil. X-Y ekseninin "0" noktası, kendi halinde bir esnaf ve normalin vücuda gelmiş hali. Bu nedenle de çok değerli.

Normal sık ihtiyaç duyulan bir kavram. Örneğin, kendimizi ortalamanın üstü etkisiyle avutacağımızda bir başlangıç noktasına ihtiyacımız var. Ortalamanın üstü etkisi ne derseniz, adı üzerinde kendimizi herhangi bir konuda normalden üstün görmemizi sağlayan bir bilişsel önyargı (cognitive bias) diyebiliriz. Misal insanların önemli bir kısmı, yaptıkları işte en iyi olmasalar da hani ortalamadan iyi olduklarını düşünmektedirler. Ancak böyle düşünen insanların sayısı, ortalamanın üzerinde olabilecek insanların sayısından genellikle daha fazladır. Başka bir örnek ise memleketimizde sevinçle kucaklanan Türkiye'nin %60'ı (veya daha fazlası) aptaldır iddiası. Çoğunluğun kendinden emin bir gülümsemeyle kabul ettiği bu önermenin yaygın kabul görmesinde, kimsenin kendisini o %60 içerisinde düşünmemesinin payı büyüktür herhalde.

Normal ayrıca her türlü iktidarın da vazgeçilmez araçları arasındadır. Beklenebilir ve tahmin edilebilir oluşu, demokrasilerde de, diktatörlüklerde de tercih sebebidir. Normale yönelim bu nedenle teşvik edilir, hatta zorlanır. Askere gidip gelip evlenip çocuk yapmak, 30'undan önce doğurmak, dindarlık, büyüklere sorgusuz biat ve muhafazakarlık geçer akçedir. Hatta normal, kendi temsilcilerine (özellikle demokrasinin gelişmediği toplumlarda) "anormal" veya "azınlık" olana zulüm etme, onu dönüştürme veya yok etme imkanı da tanır. Ayrıca iktidar, normali de kendisine yontarak değiştirir. Bir nevi normal tanımlanacak ise, onu da devlet tanımlar denebilir.

Kendinizi sadece alternatif veya protest olarak tanımlıyorsanız da ülkemizdeki kısa bıyıklı amcalar kadar normale muhtaçsınız. Varoluş biçimiyle normalden ayrılmak ayrı, onu istisna tutuyorum. Ancak, yaptığınız sadece egemen anlayışa karşı durmak veya ondan farklı gözükmeye çalışmak ise sizi tanımlayanların baş köşesine egemen kültürü oturtmuş oluyorsunuz. Yanlış anlaşılmasın, muhalefet, sorgulama ve eleştiri ne amaçla yapılırsa yapılsın genellikle değerli ve gereklidir. Dikkat çekmek istediğim nokta, alternatif ve normalin yakın/sıcak ilişkisi.

Şimdiye kadar bahsettiklerim İdris Amil'i sevme nedenlerinden yalnızca birkaçı. Kendisini bir kenara bırakıp Yedinci Gün'ü sevmemin diğer nedenlerine gelirsek, romanın bir sürü bağlantılı bağlantısız hikayelerle bezenmiş olmasını öne sürebilirim. Yazarın bütün kitaplarında mevcut olan bu üslup, bana Nuri Bilge Ceylan'ın fotoğraf sergisi gibi filmlerini hatırlatıyor. Her bir film karesine veya her ufak hikayeye bu kadar özen göstermek, işin bütünü kadar tecrübe ettiğiniz kısa anların da keyifli olmasını sağlıyor. Ayrıca, baba, oğul ve kutsal ruhun işlenişi (kitap üç bölümden oluşuyor) ve hikayenin kendi kuyruğunu yiyen yılan gibi tekrar kendine bağlanması da güzel.

Sonuç olarak, Yedinci Gün iyi bir kitap ancak Anar'ın en iyisi değil. İlaveten yazarın en son kitabını yazdığı geçtiğimiz beş senede zevkimin değişmesi ve kendisinin halen elinde bulundurduğu "en sevdiğim yazar" unvanının sarsılmakta olması da beğenimi etkilemiş olabilir. Siz yine de en kısa zamanda alıp hatmedin, tek başına özgünlüğü ve anlatım zenginliği yeter.

18 Eylül 2012 Salı

Cinsiyetler kör dövüşü


Öncelikle bir konuda net olalım. Sosyal çevremiz, mahallemiz, ailemiz, toplumumuzun ahlaki değerleri, hükümet yetkilileri ve bizden yaşça büyük babacan iş arkadaşlarımızın hepsi sevişmemizi istiyor. Evlenip çocuk yapmamızı yani. Kadın veya erkek olmamız farketmez. Onların istediği gibi, tek eşli, resmi kayıt altında ve korunmasız sevişelim ki topluma uygun çekirdek aileler oluşsun. Buna evlilik baskısı da diyenler mevcut. Kabul etmek gerekir ki bu zorlama evrimsel olarak veya toplumun devamı için yararlı, cinselliğin genel olarak yasaklı olduğu ülkemizde insanların seks yapabilmesi için gerekli ve Melih Gökçek'in içleri ısıtıan gülümsemesi kadar gerçek.

Mevzubahis zorbalığa cinsiyet ayrımı olmaksızın maruz kalıyoruz. Misal geçenlerde bir mekanda otururken elli küsür yaşlarında bir adamın otuz yaşlarındaki oğluna "Senin artık evlenmen gerekiyor, tek çocuksun, benim soyumun devam etmesi gerekli" gibi kelamları yüksek sesle ilettiğini gördüm. Hayır, Cengiz Han'ın çadırında değildim. Söz konusu diyaloğun kahramanları şehir merkezinde işlek bir cafede kahve içen modern görünümlü bir baba oğuldu. Tabi tek anekdot kimseyi yanıltmasın, evlilik ittirmesinin esas mağduru kadınlar. Zaten benim hakkında iddialarda bulunacağım konu da Türkiye'deki kadın-erkek ilişkileri. Böyle iki paragraf evlilik girişi yapmamın nedeni de evlilik baskısının bu ilişkinin güç dengesinde etkin bir faktör olması.

Böyle pazar yazısı yazan Ertuğrul Özkök gibi bir konu seçmemin nedeni Ayşe Arman'ın birkaç haftadır kızlar mı haklı erkekler mi temalı ilkokul çağlarımızdaki kız erkek kavgalarını hatırlatan röportajlarını okumam. Yanlış anlaşılmasın, Ayşe Arman ile bir alıp veremediğim yok. Çalışkan, nabza nereden şerbet vereceğini bilen, toplumun ilgisini çeken işler yapan bir kadın. Yazılarından Schopenhauer derinliği beklemek ahmaklık ancak elmalarla armutları karıştırmadıkça sorun yok. Zaten Schopenhauer'in bazı asosyal ve korkak hallerini de sevmem. Neyse, sonuçta bizim oğlanlar (40'a dayanmış amcalar aslında); Türk kızları 30'undan sonra evlenmeye odaklanıyor, bana birey ve özgür kadın lazım, evlenmem (veya elf prensesiyle evlenirim), Slav kadınlar daha iyi ya da Türk kadınları kendine güvensiz gibi geniş/yer yer sığ laflar hazırlamışlar. Ayşe hanım'ın sonraki yazısında ise bazı kadınlar yine aynı yüzeysellikle Türk erkekleri iyi sevişemiyor, yerlere tükürüyorlar, ben de İtalyan isterim gibi dişi yakarışlarda bulunmuşlar ve ah vah kendilerinin yüz verdikleri bu Türk hödüklerinden (hakaret etmek de sorun değil) şikayet etmişler. Fakat Sezar'ın hakkı Sezar'a (bu da ataerkil bir deyim). İkinci röportaj biraz düşünme mehli sağlayacak biçimde yapıldığından mıdır, mesele daha ciddiye bindiğinden midir veya konuşan insanlar daha sağduyulu/akıllı olduğundan mıdır, kadın erkek ilişkilerini semptom (sonuç) değil de neden odaklı inceleyen sağduyulu kadınlar mevcuttu. Mesela Neslihan Acu'nun kadının ancak erkek üzerinden tanımlanabilmesine, ilaveten eğitim ve aile kurumlarının sakatlıkları nedeniyle kadının birey olmasının zorlaşmasına, sonuçta da evliliğe bel bağlanmasına değinmesi güzel.

Yazacaklarım şehirlileşmiş/batılılaşmış çevrelerdeki ilişkiler bazlı olacak. Şimdi, öncelikle hayatımızın ilk yıllarına bakarsak, ergenliğe girene kadar ailemizin bizi cinsiyetimize göre giydirmesine, erkek isek cinsel organımızı göstermemizin teşvikine, kız isek masaya çıkartılıp oynatılmamıza ve ana okulunda aşık olduğumuz diğer çocukları belirlememize rağmen cinsiyet namına çok bir olayımız yok. "Seks" ile bir haşlanmış yumurta kadar ilgiliyiz. Ergenlik başladığında ise dakika bir gol bir, kızlar her yönden üstünlük kuruveriyorlar. Bir kere fiziksel olarak daha gelişkinler, çocukluktan önce çıktıkları için daha olgunlar ve hatta kaba kuvvet olarak bile daha güçlüler. Ergenlik bitene kadar yakışıklı/sporcu/müzisyen oğlanlar değilsek yüzümüze pek bakılmıyor. Ayrıca zaten kızlarımız kendilerinden büyükleri tercih ediyorlar. Bu eğilim sonraki dönemlerde de mevcut ancak bahsettiğim zaman aralığında baya sert.

Neyse, ergenlik bitip, 20'li yaşlara geldiğimizde kadın erkek güç dengesi yine farklı değil. Kadın baskın. 20'lerin başlarında fiziksel özellikler yine en önemli kriter, Türk kızlarımızın yanına desturla yaklaşılıyor. Kadınları da erkekleri de baskılayan milletimiz nedeniyle kızlardan en fazla "uf, slk, git be başımdan" cevaplarını aldığımız zamanlar bunlar. Yavaştan bol baba parası olan erkeklerin esas yükselişi başlıyor (not edelim, ömür boyu da revaçta kalıyorlar). Genel olarak sosyal hayata/gece hayatına kadınların daha az katılabilmesi dolayısıyla bir kadına gereğinden çok erkeğin ilgi göstermesi ve vajinanın korunup saklanması gereken en hakiki mürşit olduğuna inandırılmaları kızlarımızın bulunmaz hint kumaşlığını artırıyor.

20'ler son bulup 30'lara gelirken toplumun eliyle ittirdiği evlilik yumurtası kapıya dayanmaya başlıyor. Öncelikler farklılaşıyor. Kadınlar adamın güzel yüzüne/vücuduna ilaveten aklına, fikrine, kariyerine ve karakterine dikkat etmeye başlıyorlar. Evlenmeyen kızlar aile baskısından uzaklaşıp kendilerine göre yaşayabilecek imkanlara kavuşuyor. Sosyal ortamlardaki kadın erkek oranı hafiften dengelendiği gibi, zaman erkek kısmına daha insaflı davranıyor. İlgili dönem ve sonrası erkek çekiciliği güç/karizmadan çok etkilendiğinden işini gücünü oturtmuş saçları kırlaşmış bilgisayar mühendisleri lisede kendisinin farkında bile olmayan kadınların ilgisini çekmeye başlıyor. Bu arada 30'lu yaş civarı hanım kızlarımızın 20'lerinin başlarında yüzü daha az kırışıklı, daha diri vücutlu, basitçe daha genç, doğurgan ve dişli rakibeleri de türüyor.

Gelinlik gibi bir kıyafetle deli muamelesi görmeyecekleri tek yer olan düğünü (gelinlikle prenses gibi olunuyor biraz), sonucunda bir erkeği evlilik masasına oturtabilmenin başarısını hayal eden (ettirilen), biyolojik saatleri çocuk diye bağıran kızlar hafiften panik olmanın yanında sinirleniyorlar da. İktidarı tehdit edilmiş Arap diktatörleri gibi, biraz üzerine gidince başka milletin kadınlarına, kendilerine, erkeklere ve topluma ateş püskürüyorlar. Çok haksız da değiller. Yine Ayşe Arman'a gelen cevap mektuplarında bunu görüyoruz. Slav kadınlarının güzelliklerinden (ve aslında aile kurmaya baya yatkın olduklarından), o eskiden yüzlerine bakmadıkları adamların etrafında pervane kadın nüfusundan ve gençlik ile beraber kaybedilen üstünlükten rahatsızlar. Burada büyük bir haksızlık var, kabul. Özellikle kadının insan yerine konmaması ve sosyal olarak başarılı olmasının evliliğe bağlanması oldukça miğde bulandırıcı. Fakat oyuncuyu değil oyunu suçlamak gerekir. Saldırılması gereken 37 yaşında, saçları geriye taralı, kazanova yanılsamaları içerisinde vasat tipli iş adamları değil. Sorgulamak gereken az batılı üstü doğulu, muhafazakar ve gururlu ortadoğu toplumumuzun cinsel kimlikler ve kadın hakları hususundaki zavallı durumu.

Son olarak yukarıda kadınlara ilişkin yazdıklarım, bu konuda konuşan hemen herkes gibi, kişisel birikim ve izlenimlere dayalı genellemelerden oluşuyor. Eksik ve yanlışlarla dolu yani. Türkiye'de ergenlerin ve genç yetişkinlerin cinsiyetlerine bağlı sosyal davranışları ve ilişkileri, yeterli sayıda kişi üzerinde araştırma yapılarak hakkında veri elde edilebilecek bir sosyal antropoloji konusu. Fakat böyle özenli bir bilimsel çalışmaya ne kadar gerek olduğu tartışılır. Haklı olarak başka öncelikleri olan bir ülkeyiz. Bir de zaten herkes karşı cinsi süper çözmüş/tanımlamış olduğu için imkanımız olsa bile ihtiyacımız yok. Yaşasın kör dövüşü.

4 Eylül 2012 Salı

İskender (Honour)


Pozitif beklentiler tehlikelidir. Böyle bir beklentin olanı objektif değerlendiremeyeceğin gibi ilaveten yeninin getirdiği heyecanı da bulamazsın. Pozitif beklentiler önceki tecrübelerden örülü bir engeldir. Karşındaki geçemezse kişiliğine göre kızarsın ve/veya üzülürsün. Tabi unutmamak lazım, bunlar madalyonun diğer yüzü. İyi şeyler beklediğin kişilere genellikle sevgi ve/veya saygı beslediğimize göre, dikensiz gül ve bedava öğle yemeği olmayan dünyamızda gönlümüzde özel bir yeri olanların beklenti diyetini ödemelerini bana göre makul.

Bahsettiğim nedenlerle Elif Şafak'ın İskender'i beni tam olarak mutlu edemedi. Bu arada kitabın İngilizce versiyonunun ismi "Honour" (Namus) ve kapağında oryantalizmin ekmeğini sonuna kadar yemeye kararlı bir türbanlı kız var (tahmin edeceğiniz gibi ikiz kız kardeşlerden biri). Şahsi fikrime göre Türkçe hali için "Namus" İskender'e kıyasen daha uygun bir isim olurdu. Haşmetli imparator İskender'e saygım sonsuz ama bu isim benim aklıma öncelikle domates soslu tereyağlı etler ve pideler getiriyor.

Her neyse, İskender toy bir yazarın ilk defa karşılaştığım bir kitabı olsa heyecanlanabileceğim ortalamanın üzerinde bir kitap. Karakter derinlikleri ve olay örgüsü başarısız değil. Ayrıca, İskender Pinhan veya Mahrem gibi hadi metafiziğin dibine vurup inceliklerde kaybolalım ekolünden de değil. Bunları okurken sıkılmıştım. İskender benim daha çok sevdiğim tarzda iki kişilikli (Araf ve Baba ve Piç gibi), doğulu ve batılı, ilaveten hafiften şizofren bir kitap.

Özelikle sevdiğim noktaları İskender'in hapishane mektupları, Pembe ve Elias arasındaki 18. yüzyıl romantizminin aktarılışı ve Adem'in parçalanarak aşık olabilmesi. Sevmediğim esas yönü ise kitabın doğu kişiliğini oluşturan yüzünün yer yer acemice ve üzerinde çalışılmamış gözükmesi. Bu husus özellikle diyaloglarda karşımıza çıkıyor. Misal:

//

Bastonuna tutunarak beklenmedik bir çeviklikle yürümeye başladı. Pembe'nin kadının arkasından koşmayı akıl etmesi bir iki saniye aldı.

"Hey bekle, Ama söylemedin!"

"Neyi söylemedim?" Yaşlı kadın dönüp Pembe'nin yüzüne boş boş baktı; adeta onun kim olduğunu unutmuştu.

"İsmi! Ne olduğunu demedin ki"

"Ha" dedi kadın "Askender."

//

(1. Baskı, s. 109)

Hey ne yahu? Yukarıda alıntıladığım esas oğlan İskender'in mistik bir biçimde kişiliğini oluşturacak isimlendirme sahnesi . Köylü bir kadın, esrarengiz yaşlı bir teyzeye böyle mi seslenir? Ana dur desin, sadece nene diye bağırsın ama "Hey bekle" nedir?

Başka bir örnek:

//

"Baksana ebe kadın, sigaran var mı?"

"Sigara mı?" dedi ebe kadın "Sigara içecek durumda değilsin."

"Hadi ama. Bir nefesçik"

//

(1. Baskı s. 260)

Sanki konuşanlar bir Güneydoğu köyündeki izbe evde bulunan ebe ile bakmak durumunda kaldığı yaralı kaçakçı değil de ATV'de öğleden sonra gösterilen 3. sınıf bir aksiyon filmindeki ateşli hemşire ile Amerikan askeri.

Kitabın aslının İngilizce yazıldığı ve Türkçe halinin çeviri olduğu savunması ileri sürülebilir. Ben yazarı Türk olan, Türkiye'yi içeren ve çevirisinde de "yazarla birlikte çevrilmiştir" ibaresi bulunan bir kitapta bu savunmayı kabul etmiyorum. Herkes bildiği, aşina olduğu konuda yazmak zorunda da değil. Güneydoğu'daki Kürt köylerinin Elif Şafak'ın doğal ortamı olmadığı aşikar. ABD'deki öğrenci hayatı veya ev partileri gibi kolayca hasat edebileceği bir alan değil. Steinbeck veya Orhan Kemal atmosferi de bekliyor değilim. Ancak Elif Şafak gibi bir yazarın ek ön araştırma ve çeviriye biraz özen ile kitabın bu sıkıntısını gidermemesini pek sindiremiyorum.

Kitabın ana teması olan namus cinayetlerine gelince, konu malum. Elle tutulur yanı olmayan, kadınların bir ailenin çoğalma işlevli eşyası muamelesi gördüğü geleneğin devamı. Sadece bize özgü bir bela da değil (bir süre öncesine kadar ben öyle sanıyordum). Özellikle Ortadoğu'da bolca mevcut ve Güney Batı Asya'da da yaygın. Kadın (eşya) nedeniyle kirlenen itibarın temizlenmesi için kullanılacak çeşitli yöntemler var. Bunlar, tecavüz durumunda dahi kadının (eşyanın) kendisini "kirleten" adamla evlendirilerek uygun bir şekilde devredilmesi (malın devri) ya da duruma göre kadının ve/veya sevdiği adamın öldürülmesi gibi senaryolar. Hepsi ayrı ayrı mide bulandırıcı.

Namus cinayetlerinde kesinlikle esas kurban kadın. Bu net. Fakat İskender gibi doğrudan veya dolaylı baskıyla en sevdiği insanları öldürmek durumunda kalan insanların yaşadığı travma da yabana atılamaz. Bir an için annenizi (veya çok sevdiğiniz herhangi birini) öldürmek zorunda bırakıldığınızı düşünün. Bu düşünce sizi gerçekten rahatsız etmiyorsa varlığınızdan rahatsız olduğumu söyleyebilirim.

İskender'de geçen güzel bir tespit ise şu hayatta insanın en çok sevdiklerini acıtması. Elif Şafak ile aramda olan okur yazar ilişkisi nedeniyle kendisini pek acıtacak (hatta etkileyecek) konumda olmasam da Baba ve Piç'e ilişkin Sultanahmet Adliyesi'ndeki duruşmalarından beri takip ettiğim ve okumadığım birkaç kitabı kalmış bir yazara sitemi kendimde hak görüyorum. Saygım değişmedi. Halen Elif Şafak dolmuşçu hüznü edebiyatı yapar söylemli arkadaşlarımla sert münakaşa ederim (espri fena değil ama). Sonraki maçlara bakacağız. Yalnız derleme değil roman istiyorum bu sefer.

 

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Küçük aptalın büyük dünyası


".. Ama olsun, sonunda oldu. Anam şimdi dank etti; artık bir sevgilim var! Allahım lütfen bunu elimden kaçırmama izin verme, eski sevgililerimi karşıma çıkarma, bu çocuğun önüne güzel güzel kızları koyma, içimdeki kıskançlık denen canavarı yok et. Ve soğanlı yiyeceğim zaman içime bir ateş düşür, aklımı dürt. Bim bam bom çok şükür dostlar, Ayy bu şarkı tam bir abazan şarkısı. Kırk yıl sonra sevgili yapmış, bunun da utanmamış şarkısını bestelemiş. Eskiler gerçekten çılgın mıymış neymiş."

Yukarıdaki alıntı PuCCa'nın (bu arada niye büyüklü küçüklü bu teenage gibi?) Küçük Aptalın Büyük Dünyası'nda (KAPD diyeceğim bundan sonra - göz kırp -) sesli güldüğüm yerlerden biri. Zaten okuduğunuz kitap sizi böyle defalarca güldürebiliyorsa kötü olması pek olası değil. Bu arada KAPD sadece makara kukaradan ibaret de değil. Sayesinde on küsür yıldır - anonim de olsa - parçası olduğum internet yazını camiasından böyle bir yazar çıkmasına sevindim, PuCCa'nın umursamaz ve keskin dürüstlüğüne maruz kaldım, kitaptaki karakterin (kısaca PuCCa'nın) belli yönlerine fitil oldum ve Türk kızlarına ilişkin ufak aydınlanmalar yaşadım diyebilirim.

Kadınların davranış biçimlerine karşı özel bir merakım var. Tabi her sıradan adam gibi, onlarla bir/birkaç defa (one night stand, takılmak vs.) veya sürekli (uzun ilişki, evlilik vs.) sevişebilmek için öğrendiklerim mevcut. Bu veriler daha çok kadın-erkek ilişkisi dinamiklerine dair (Ör: Çiçek genellikle iyidir, sık ilgi gösterip arada çekilmek gerekir). Bunun yanında ilkel erkek isteklerime pratik faydası daha az olan kadın davranışları da ilgimi çekiyor. Nano-saniyelik süzmeleriyle birbirlerine tankerle negatif enerji aktarabilmeleri, birbirlerine ettikleri iltifatların bazılarının (çoğunun mu yoksa?) altında gezinen çekememezlik, kadın, erkek, çocuk veya ev hayvanı fark etmeden hisleri karmaşık ve kapsayıcı bir duygusal anlayışla kavrayabilmeleri veya muhtaç olana birdenbire karşılıksız ve yoğun şefkat gösterebilmeleri gibi.

İnsanları (özellikle kadınları) anladığımı iddia edemem. Bu konuda bazı denemelerde bulunuyorum diyebilirim. Fakat iddia edeceğim husus şu: karşı cinsi biraz anlayabilmeniz için karşı cinsten yakın bir arkadaşa ihtiyacınız var. Girip çıktığınız ilişki sayısı daha az önemli, keza öyle ya da böyle büründüğünüz sevgili maskesi/rolü karşıya aktardıklarınızı farklılaştırıyor. Durum böyleyken PuCCa yakın kız arkadaşlarımızın bile sızdırmayacağı detaylar paylaşıyor bizimle. Bu nedenle kapağına ve özetine bakıp "kız kitabı la o" diye KAPD'yi bir kenara iten hemcinslerim, bizim kızlara dair merakınız sönmemiş ise, gaflet ve dalalet içerisindesiniz.

Dediğim gibi KAPD'nin sunduğu sadece eğlence değil. Karakter derinliği ve dramayı bu kitabın güçlü noktaları arasında sayamayız tabi. Fakat bunu daha çok yazarın tercihine bağlıyorum. Zira "Anneanne" bölümü (29. baskıda sf. 236-240 arası) Elif Şafak'ın Baba ve Piç'indeki güçlü kadın akrabaların anlatımlarındaki etkileyiciliğe sahip. Ayrıca üvey babasından gördüğü şiddet ve tacizi anlatımı yeterince güçlü. Antrparantez, cinsiyetçi/ayrımcı bir tavır olduğunun farkındayım ama kadın ve çocuklara yapılan kötü muamele beni özellikle sinirlendiriyor. Kendimi şiddet yanlısı olarak tanımlamam. Bununla beraber ağzı yüzü morarmış bir kadın gördüğümde bunun nedeni olan adamı (bizde genellikle müsebbip adamdır ve şiddet sebepsizdir) inşaat küreğiyle menemen edesim geliyor. Tabi not edilsin, bu tavrı bir ceza hukuku politikası olarak önermiyorum.

PuCCa'nın açık ve dürüst olması, karakterin sevimsiz yönlerinin daha net ortaya çıkmasına da neden oluyor. Bunlar yüksek libidosu (sabahları hariç), içip dağıtması (sevgilisi olup da aldatılmak dışında) ve adamlar olsun iş olsun istediğinde tuttuğunu koparması değil, bunlar hoşuma giden kısımlar. Sevgilisinden dayak yediği bir ilişkiyi normalleştirmesi beni en rahatsız eden yönü. Ek örnek vermek gerekirse, sevgili bulunca arkadaşlarından izole olması, ilişkisi olmadan tek başına dengesini kaybetmesi ve "yirmi sekiz yaşında herifin kankası mı olur" tarzı demeçleri itici noktalarından bazıları.

Sonuç olarak, Fante, Bukowski gibi yazarların hayat boyu ekmek yedikleri kendini anlatma ekolü ile PuCCa'nın ne kadar devamlılık sağlayabileceğini göreceğiz. Yakın zamanda ikinci bir kitabı çıkmış mesela. Bununla beraber KAPD ile radarıma girdi, şahsen yetenek pırıltıları gördüm. Menajerlik sistemi Türkiye'de ABD'deki gibi düzgün işlese ve ben de bu işi becerebilsem hemen müşterim yapmaya çalışırdım. Bu aralar fazla Californication/Entourage izliyor da olabilirim, bilemedim şimdi.

 

9 Ağustos 2012 Perşembe

Sevimli şeylere tüfekle ateş etmek


Hemingway klasiklere ilişkin saygımı baki tutan yazarlardan biri. Özellikle Çanlar Kimin için Çalıyor kitabı büyük bir şaheserdir. Bana kalsa lise ve dengi okullarda El Sordo'nun öldürüldüğü bölümü Metallica - For Whom the Bell Tolls eşliğinde tekrar tekrar okuturum.

Av merakı da Hemingway'in belirleyici yanlarından. Öyle belirleyici ki adam av tüfeğiyle öldü mesela. Bununla beraber kendisinin av üzerine yazdığı kitapları bir türlü sevemedim. Son olarak Afrika'nın Yeşil Tepeleri isimli kısa ve kötü kitabını yarıda bırakmam şaşırtıcı olmasa gerek. Kovaladıkları gergedanların renginin neden kırmızı olduğu, karısının aslanı nasıl ustalıkla vurduğu, kurşunlarla karnı parçalanan bir sırtlanın şaşırıp nasıl dökülen bağırsaklarını yediği pek ilgimi çekmedi. Belki de okuduğum çeviri kötüdür bilemiyorum.

Bununla birlikte avlanmak üzerine biraz okuyup düşündüğüm bir konu. Evet, tahmin ettiğiniz üzere kitabı yarım bırakmam bu konuda üfürmemi engellemeyecek.

Davranışları ahlaki yönden tanımlarken kolayına kaçarak erdemli hissetme yaygın bir alışkanlık. Avlanmak da bu tip tutarsız ve iki yüzlü yaklaşımlardan nasibini alıyor. Başlarken kayda geçmesi için söyleyeyim, nesli tükenmekte olan hayvanların avlanması, av mevsimi dışında avlanıp yavru ve hamile hayvanların öldürülmesi, av adı altında hayvanlara işkence edilmesi ve hemen her türlü kural dışı avlanma tabi ki aşağılık ve yanlış eylemler. Bununla beraber sadece öldürülüp parçalanmak üzere, çoğu zaman kötü koşullarda kitleler halinde yetiştirilen hayvanları afiyetle yemek (misal big mac menu yemek) sorun olmazken, avlanıp avını yemek vahşice ve barbarca oluveriyor. Ayrıca, hayvanlara işkence edilerek üretilen bir çok kozmetik ürünün "ay avlanmak iğreennç" demeçleri veren kızlarımızın ağızlarını yüzlerini süslemesini ve içinde bulunduğumuz endüstriyel yaşamın/tüketimin ortadan kaldırdığı hayvan türlerini de bir köşeye not edelim.

Şiddet sistemli hale gelip kişiselleştirmemiz zorlaştıkça normalleşiyor. Avlanmak en azından et yemek için yapmamız gerekenin, yani öldürmenin, ne olduğunu unutturmaz insana. Öyle kolay yabancılaşamazsın.

Hayvanlar arasında sevimliliklerine ve insana yakınlıklarına göre ayrım yapılması da başka bir mesele. Genel kanıya göre sevimli hayvanları öldürmek (misal fok, tavşan) daha affedilmez bir suçken daha sevimsiz ve uzak hayvanlar pek problem olmuyor. Yanılıyorsam düzeltin ama şu ana kadar birkaç aktivist dışında pek kimsenin "zavallı timsahları kurtarın, çanta yapılmasınlar :(((" gibi linkleri Facebook'da paylaştıklarını görmedim. Ayrıca oltayla balık avlamaya giden kişilere de birazdan bir sürü hayvanı öldürecek muamelesi yapılmıyor sanki.

Antrparantez belirtmek gerekirse yaygın hayvan severlik anlayışıyla da bir miktar problemim var. Üstten bakan/kibirli bir tavır gibi geliyor bana. Bir sürü kişi bu hayvan severliği vos vos sevenler kulübü gibi bir yaklaşıma oturtmuş durumda. Şahsen insanlara veya hayvanlara (gerçi insanlar da primat olduğuna göre genel olarak hayvanlara diyebilirim) olumlu yaklaşsam da hepsini sevmeyebilirim. Ayrı ayrı, bireysel olarak anlam teşkil ediyorlar benim için. Misal uzun zamandır görüşemediğim bir arkadaşımın kedisini (beraber yaşadığı kedi daha doğru bir kullanım olabilir) belki arkadaşımdan fazla özlerken, her tanıştığım hayvandan çok hoşlanmayabiliyorum.

Konumuza dönüp bağlarsak, kendi adıma insan olmanın ayrıcalıklarına sahip olmasam (aka. hayvan olsam), toplu kesimhanelerde veya hayvanat bahçesi isimli ifşa hapishanelerinde yaşamak yerine vahşi doğada takılıp ok, mızrak veya kurşunla avlanarak öldürülmeyi tercih ederdim. Kolay bir av olacağımı taahhüt etmiyorum ama onu da belirteyim.

 

17 Temmuz 2012 Salı

Gazap var, yer misin?


Sürüklenmek üzerine yazılmış en iyi paragraflar Gazap Üzümleri'nde yazılmış olabilir. Steinbeck, Oklahoma'dan California'ya göç edip hayatta kalmaya çalışan Joad ailesinin hikayesini anlatırken ara ara diğer insanların gözünden zamanın ruhunu anlatan bölümler kullanıyor. En etkileyici sürüklenme tasvirleri de ana hikayede değil, bu ufak kısımlarda. Yerlerini değiştirmek zorunda kalan insanlar haraç mezat götüremeyecekleri eşyaları satıyor. On yıllardır beraber yaşadıkları, alıştıkları şeyleri. Nasıl yeniden başlamamız umulabilir ki diye sorup, belki çocuklar yeniden başlayabilir ama biz bu kırmızı toprakken, sel ve kuraklık yıllarıyken, hurdacıya sattığımız asap bozukluğuyken yeniden başlayamayız diye söyleniyorlar.

Anladığınız üzere bu sürüklenme ve bırakıp gitmeler bizim küçük burjuva-bohem ahalinin özlemle andığı İspanya'da veya Tibet'de kendini bulma (bir kişi de Tokat'da kendini bulsa) ya da Hindistan'da inziva hayallerinden değil pek. Buradaki insanlar bildiğin s.ke s.ke gidiyor. Seyahat ederek veya birkaç ay farklı yerlerde yaşayarak iflah olabilirsiniz veya olamazsınız, bundan bahsetmiyorum. Ancak dağ tepelerine gittiğinizde, beraberinizde götürdüğünüzden farklı huzur bulmak mümkün mü dinlemek isterim. Neyse, burada unutmamamız gereken yaşadıkları yerleri bırakanların çoğunlukla bunu pembe-ebruli gizemlere ve maceraya yer olmadan hayatta kalmak için yaptıkları.

Bu bağlamda Gazap Üzümleri'nde California'ya göç etmek zorunda kalmış Okie'ler (California'ya göç edenler için kullanılan kro, maraba gibi bir deyim) ile Çukurova'ya doğudan çalışmaya gelen mevsimlik işçiler arasında pek bir fark yok. Doğa da, insanlar da dostane değil. Apartman dairenizde izlerken duygusallaştığınız yağmur, çocuklarınızla yaşamaya çalıştığınız çadırı kalınmaz hale getirdiğinde pek büyülü olmayabilir. Ayrıca kitleler halinde ve aç olarak geldiğiniz coğrafyanın yerel halkı da sizi bağrına basmayacaktır, kafanıza basmazlarsa mutlu olmak gerek.

Steinbeck'in bize hatırlattığı başka bir konu da o yıllardan beri değişmeyen kapitalist bakış açısı. Patronun seni ne kadar az paraya ne kadar fazla/iyi kullanırsa (aka. sömürürse) o kadar kar elde edecektir. Sen ise yaptığın işin karşılığı ne kadar para/fayda alabilirsen o kadar iyi durumdasın. Basit. Zaten farklı mazeretlerle hep daha iyisini isteyecek ve işyerin/patronun hakkında şikayet edeceksin. Tabi senin mutluluğun işveren açısından önemli. Zira yapılan işin kalitesi, getirisi ve insan kaynaklarının gücü senin mutluluğun tarafından etkilenebilir. Yedek parça sıkıntısı olabilecek bir traktör kadar önemli ve özelsin.

İnsan kaynakları terimi bile hümanizmayı en üst değer kabul eden birinin midesini bulandırabilir. Şahsen beni biraz rahatsız ediyor. Bahsettiğim, insan, bakır, petrol veya metan gazı kullanmayı eşdeğer gören bir makina.

Şimdi meşalelerinizi alıp dünyayı değiştirmek için mücadele edin de demiyorum. Ben bunları yazarken orayı burayı işgal ederek bahsettiğim değişimi sağlayabileceğini düşünenler mevcut. Onlara katılabilirsiniz. Ya da sistemle barışık biçimde tepeye tırmanıp yapabildiğiniz kadar kişiyi becermeye uğraşabilirsiniz. Açıkçası bunlar çok önemli değil.

Bana göre hatırda tutmak gereken yakanız beyaz olsa da giydiğiniz çok iyi takımların, çalıştığınız uzun plazaların ve etrafınızdaki güzel ve bakımlı insanların hiçbir b.ka yaramadığı. Gazap Üzümleri'ndeki şeftali toplayıcılarından farklı değilsiniz. Bu arada ben de değilim.

Aynı tip şirketler/patronlar tarafından yerimize daha uygun, daha iyi birisi bulunduğu an - rasyonel olarak - değiştirilmemiz gerekir. Muhasebe defterlerinde bir satırın bir değişkeniyiz. İş ve siyasette sadakat, vefa veya aile gibi kavramların yalnızca sözcükleri ile karşılaşmamız olası. Tabi sadakat vefa vs. şirketlerce/diğer organizasyonlarca beklenen değerler. Ne de olsa bizi onlar var etti.

Bahsettiklerim iş ve iktidara ilişkin gül bahçesi bekleyenlere sert gelmiş olabilir. Ne yazık ki kendini ve sınıfını bilmekten başka bir şey söylemiyorum.

Parçası olmam değiştirmeye de uğraşmam, sistemin dışında kalırım diyen zevata ise ne ölçüde kendilerini kandırdıklarını tekrar kontrol etmelerini öneririm. Baba parasına, devlet/AB desteğine veya sistemce desteklenen NGO'lara sırt dayayarak ne derece dışarıdan bakılabiliyor, merak içerisindeyim.

Patron olmaya ilişkin çivili varillerden de sonra bahsetmeyi düşünüyorum. Şimdilik biraz rahatsız edebildiysem ne mutlu bana, esenlikler.

8 Temmuz 2012 Pazar

Erken Kaybedenler


"Belki ufaklığa bu kadar zalim davranmasak bizden büyükler de bize zalim davranmazlar, diye düşündüm. Bir yerden başlamak lazımdı işte merhamet etmeye. Ama merhamet etmek için de bir sürü zırvalığa katlanabilme gücü lazım."

Yukarıdaki paragraf kapitalizmi acımasızlıkla harmanlamış bir şirket yöneticisi veya yıllanmış bir bürokratın aklından geçmiyor. Bunlar 8 yaşlarında bir oğlan çocuğunun düşünceleri. Emrah Serbes'in (bilmeyenler için Behzat Ç. romanlarının da yazarı olur) Erken Kaybedenler'inde hikayesi anlatılanlardan biri Osman. Merhamet edilecek kişi de o sırada kumda beraber oynadığı (ve muhtemelen hoşlandığı) kızın ufak kardeşi.

Sert erkek Osman sonradan oyuncak kamyonunu ufaklığa hediye ederek (ve böylece başına bela alarak) yumuşak yüzünü gösteriveriyor. Zaten Erken Kaybedenler'in güzel yönü erkek çocuk ve ergenlerinin eş zamanlı olarak nasıl masum, acımasız, korkak, duygusal, bencil, yalancı ve/veya fedakar olabileceğini anlatabilmesi.

Kız çocukları genel olarak kitabın ve bu yazının konusu dışında. Bunun nedeni oğlanlara kıyasen kar tanemsi melekler olmalarından kaynaklanmıyor. Keza çok daha sevimli, manuplatif ve iyi yalancılar olabildikleri (ve önemli bir kısmının bu özelliklerini büyüyünce de koruyabildikleri) aşikar. Benim konu dışı bırakma nedenim kız çocuk ve ergenlerini erkekler kadar tanımamam. Geçmişte sadece erkek çocuk ve ergen olarak görev yapabildim. Emrah Serbes'in de benzer nedenleri olabilir, bilemiyorum.

Kitapta işlenmiş olan bu karanlık yıllara ilişkin dikkatimi çeken konular şöyle; yaşıtımız veya bizden büyük dişilerle ilişkilerimiz (daha doğrusu iletişemeyişlerimiz), bizi sevip sevmediklerini anlayamadığımız ve bize her daim eziyet eden mahalle/apartman abileri (2 yaş büyük olanı bile hulk gibi gelirdi o zamanlarda) ve evlerin feodal - ataerkil babaları tarafından bireyden çok sevilen bir eşya gibi davranıldığımız durumlar.

Beni özellikle düşündüren acıklı mevzu ise Türkiye'de ergenlik hizmetini tamamlamış erkek çocukların karşı cins ve cinsellikle olan imtihanları. Sık sık otuz bir çekmekten başka pek bir işe yaramayan sonsuz bir libidal enerji ile dolu bu yıllarda güzel erişkin kadınlar bize göre mitolojik varlıklardı. Ayıp, utangaçlık, asabiyet ve çıplak kadın resimleri arasında kendi akranlarımızla bile doğru düzgün konuşamazken dünya dışı bu canlıları hiç anlayamazdık. Aslında düzeltmek gerekir, kendi cinselliğimiz ve kendi yaşımızdaki kızlar hakkında da hiçbir fikrimiz yoktu. Sadece bizim yaştaki "hatunlar" bizle ortak bir çocukluk/yarı-şapşallık taşıdıkları için daha az tehditkar geliyorlardı, o kadar.

Bahsettiğim cehalet, bilmezlik ve sıkışmışlık hali yoğun aşık olmaları desteklerdi tabi. Yıllarca ve platonik sürebilen bu ruh hallerine yetişkinken ulaşabileni nadir gördüm. Bunların çocukça ve geçici hevesler olduğunu söyleyenlerle sert münakaşa ederim. Şimdi adını hatırlayamadığım bir yazar "en gerçek aşk ergenlerin aşkıdır" buyurmuştu, yabana atmayınız.

Erken Kaybedenleri kitaba ilişkin ana olumsuz eleştirim ile bitireceğim. Buradaki hikayelerin karakterleri olan 8-17 yaş arasındaki çocuklarının bakış açıları yer yer yetişkin bir adamın eskimişliğini yansıtıyor. Yine yakın zamanlarda okuduğum Extremely Loud & Incredibly Close'daki velet de çok bilmişti fakat ona dahi diyip olayı toparlıyorlardı biraz. Erken Kaybedenler'deki çocuklar bildiğin senin benim gibi sümüklü mahalle bebeleri. Girişteki alıntıya benzer bir mantık yürütebilmeleri makul ama arada baş gösteren varoluşsal Bukowski tepkileri yakışmayabiliyor.

Her şeye rağmen sürükleyici ve özgün bir kitap, Migros raflarında gördüğümüz çok satanlara tur bindirir, deneyin.

24 Haziran 2012 Pazar

Masumiyet öyle kolay değil


"Ayva rendesinin, az önce Füsunların mutfağında duran bir eşyanın şimdi Trabzonlu - olduğunu sanıyorum - ve iyi niyetli bir astsubayın elinde oluşunu yadırgıyordum, ama daha derindeydi mesele, bu dünyada yaşamak ve insan olmakla ilgiliydi"

80 darbesi sonrası sizi durduran asker grubundaki astsubayın elinde, ölümüne aşık olduğunuz ve yıllardır sürekli oturmaya gittiğiniz başkasıyla evli kızdan aşırdığınız ayva rendesini izlemek.

Sonrasında astsubayın "Arkadaşım bu nedir?" sorusuna durumu anlatacak tek kelime edememek. Suçlu çocuklar gibi susmak ve şoförünüzün araya girip ayva rendesine ayva rendesi diyerek durumu kurtarabilmesi.

Bir an olsun Masumiyet Müzesi'nin esas oğlanı Kemal gibi görmek için kısaca bu adımlar izlenebilir. Kendi adıma kitap sırasında sık sık Kemal gibi hissettim. Sağlam bir içe dönüş, yabancılaşma ve takıntı karmaşası içerisinde oldukça mutlu olabilen ilginç bir adam. Onun vasıtasıyla Orhan Pamuk aşk, başarı, mutluluk ve masumiyet üzerine hoş bir biçimde kafamı bulandırdı.

Aşk özellikle tehlikeli bir konu. Bir kere hakkında konuşurken çiğe kaçma olasılığı çok yüksek. Ayrıca, yeterince yüceltmez veya herhangi bir konu gibi incelerseniz hemen duygusuz/anlamaz olarak fişlenebilirsiniz. Bir de hepimiz mutlaka en anlamlı halini yaşamışızdır. Kişisel tecrübemize göre tek taraflı, çift taraflı, ikili üçlü, inişli çıkışlı, tekdüze, istikrarlı, karşılıklı veya platonik hali en iyidir.

Bunlardan dolayı 80 darbesi sonrası Kenan Evren benzeri bir dokunulmazlığı vardır aşkın. Takıntılı halleri de bundan nasibini alır.

Nefreti için ölüp öldürenler ile hastalıklı aşkları nedeniyle Karagümrük’ü veya Truva'yı yakıp savaşlar başlatanların aynı kefeye konulduğunu pek görmedim. İkinci grup asgari de olsa bir sempatiye maruz kalır.

Şahsen aşkın harika olabileceği fikrindeyim. Sevgiliniz etrafının farkında olmadan keyif aldığı basit bir şeyi yaparken (kıyafet denerken mesela) onu izlemek veya aşık olduğunuz kişiyle çok eğlendiğiniz bir gecenin sonunda süresiz sevişmek hayatı yaşamaya değer kılar.

Bununla beraber bir çoğumuzun yaşadığı kıskançlık, başkasına tercih edilmek nedeniyle ego zedelenmesi veya basit elde etme isteği buhranlarını aşk olarak adlandırıp kutsallık beklemek yersiz.

Acılar çekerek duvara bakıyor olmanız gerçekten (veya sadece) aşık olduğunuz anlamına gelmeyebilir.

Her şeye rağmen esas oğlan Kemal'in aşkının oldukça gerçek olduğunu düşünüyorum. Takıntılı ve manyak olması bunu değiştirmiyor. Bununla beraber kitap boyunca çektiği azabın kendi hayatını diğerlerininkinden daha derin ve anlamlı hale getirdiğini hissedip bundan ayrı bir zevk alması da var.

Sonuç olarak şartlar dahilinde aşkını/hayatını kendi kurallarına göre yaşayarak başarılı bir hayat sürüyor.

Ancak Kemal masum falan değil. Naif, obsesif ve çocuksu olmak masumiyet anlamına gelmiyor. Kendi nişanı sırasında hem sevgilisi Füsuna hem nişanlısı Sibele sahip olacağı bir hayat hayal eden bu adam, Füsundan net bir tekme yemesiyle ne durumda olduğunu anlıyor.

Sonrasında ise, 70'ler (ve 80'ler) Türkiye’sinde evli ve ailesiyle yaşayan (ve inadından kaçamak yapmayacak) bir kadına aşık olmanın en mümkün şeklini sürdürüyor. Daha sonra müzeye çevirdiği şahsi fetiş koleksiyonu da bunun esaslı bir parçası.

Füsunun tıpkı oynamak istediği filmlerdeki gibi ölmesi de hikayeyi tamamlıyor. Orhan Pamuk'un da dediği gibi, sonu mutlu olan bir aşk hikayesi birkaç cümle ile özetlenebilir.

Kemal ve Füsunun hikayesinin uzun uzun anlatılmış olmasını, böyle gerekmesini sevdim. Orhan, sana puanım dohuz kankam.

19 Haziran 2012 Salı

Kullanma Klavuzu


90'ların ortasında modem aldıktan (daha doğrusu o tarihlerde babam bana modem aldıktan) seneler sonra internete girip dedemin akranlarından sonra tweet atmaya başladım. Hazır blog olayı oturmuş, insanlar sıkılıp olay sıradanlaşmaya başlamışken bir blog edinmenin tam zamanıdır kararındayım.

Ayrıca normalde yapacağını anlatmaktansa yapacağını yapmak tavrını desteklerim. Böyle açıklamalar bu tavırla tutarsız. Bununla beraber burası esasen kendim için de tuttuğum bir arşiv.

Buradaki "de" bağlacı önemli bakın. Zira sadece kendim için yazacak olsam kilitli günlüklerden alıp, yastığıma ağladıktan sonra inci gibi yazımla notlar almam daha uygun olurdu. Fakat yazım bok gibi. Bir de her internet yazarı gibi ben de okunmak istiyorum.

Bununla beraber, bir internet fenomeni haline gelip kitleleri peşimden sürükleme ihtimalim - dürüst olalım - ihmal edilebilecek kadar düşük. Buna zaman, enerji, şans, yetenek ve Zeitgest gibi olur olmaz bir sürü engel var.

Muhtemelen arkadaşlarımın bazıları tarafından okunacak, bu arkadaşlarımın bir kaç meraklı arkadaşı ve ilaveten üç beş tanımadığım insan tarafından da göz gezdirileceğim. Bunun avantajı bir ölçüde samimiyete izin vermesi.

İnsanın kendisine bile tamamen samimi olamayacağı malum. "Abi çalışsam kesin yaparım" veya "yok canım çoktan unuttum onu ben" gibi monologlarımızı hatırlayalım. Hal böyleyken biraz filtrelenmiş hallerime maruz kalacaksınız.

Günlük hayatımda filtrelenmiş halimi özellikle talep eden insanlar olduğu düşünülürse bu çok da kötü bir şey olmasa gerek.

Sonuç olarak burada, o sırada okuduğum kitap, izlediğim film, oynadığım oyun, yaptığım iş veya beğendiğim kadınların poposu gibi konular olacak. Böyle havadan sudan blogların orijinalliği veya başarısı tartışılabilir tabi. Bunu şimdi tartışmamayı tercih ederim, yorgunum biraz.